------------------------------- Sitemizde lütfen yorum atarken ahlaki kuralları göz önünde bulundurarak yorum atalım... ----------------------------------- Sitemize kayıt olmanıza gerek yoktur... ---------------------------------- Yeni yazarlar aranmaktadır... ------------------------------- Sitemiz artık Googlede... ---------------------------- turkleroyun@hotmail.com' dan bana ulaşın..

SİTEMİZDE SADECE FELSEFE BULUNMAMAKTADIR YAZILARDA BULUNMAKTADIR...

14 Temmuz 2011 Perşembe

Toplumsal Evrim

Toplumsal evrim kavramı ile,toplumların örgütlenme biçimlerini değiştirme sürecini anlarız.Ancak, tarihçilerin olaylara göre ayırdığı dönemlerle,toplumsal evrim aşamaları sınıflandırılması herzaman birbirine uymayabilir.Çoğunlukla yapıldığı gibi Avrupa tarihinin eski,orta ve modern çağlar şeklinde bölünmesi,burada görülen toplumsal evrime uygun olmayabilir.Belirli toplumsal aşamaya ulaşmış bir toplumun daha sonraki tarihlerde daha ileri aşamaya ulaşacağı kesin bir olgu değildir.Nitekim eski Avrupa veya Roma yönetimi altındaki dönem,arkaik devlet örgütlü toplum aşamasıdır.Oysa bu dönemi izleyen ortaçağ toplumları,aynı aşamanın az gelişmiş ve küçük örnekleridir.Yani ortaçağ eskiçağdan sonra geldiği için toplumsal aşamanın daha gelişmiş olması gerektiği gibi bir mantık yanıltıcıdır.
*
Birbirinden ayrılmış zaman dönemleri,bölgeler veya belirli olaylar toplumsal evrimin farklı aşamalarını belirleyici unsurlar olmasına rağmen,asıl önemli unsur örgütlenme biçimidir.Süreç içindeki evrim aşamaları birbirlerinden belirli teknolojilere göre ayrılamazlar.Veya evrim aşamaları belirli teknolojiler ölçü alınarak tanımlanamazlar.Örneğin bir göçebe grubu küçük klan şeklinde olabileceği gibi merkezi bir otoriteye bağlı olabilir.Diğer taraftan,önceden belirlenmiş ve şaşmaz bir aşama zinciri olan toplum yoktur.Lewis H.Morgan bütün toplumların aynı aşamadan geçtiğini ileri sürmüştü.Ancak bu tek çizgili evrim düşüncesi günümüzde önemini kaybetmiştir.Evrim süreci,toplumun olanakları değerlendirmesiyle yakından ilgilidir.Toplumlar,fiziksel açıdan içinde bulundukları konumlarından ve komşu toplumlarla ilişkilerinden kaynaklanan çevresel etkilere kendilerini uydururlar.
*
Tarihte, herhangi bir toplumun geçirdiği kültürel evrimin,kendinden daha ileri bir başka toplumun istilası sonucu ortaya çıktığı çok görülmüştür.Öyle ki toplumların kendi içlerinde büyümeleri bile bu kadar önemli sonuçlar doğurmamıştır.Bin yıl kadar önce Kuzey Amerika’da yaşayan yerli kabile toplumları,Meksika’dan gelen kültürel etkilerle daha karmaşık olan merkezi otoriteye geçtiler.Daha sonraki tarihlerde Avrupalı sömürgeciler güneyde köleliğe dayalı tarım toplumu oluşturdular.A.B.D. dönemindeki iç savaşta sanayileşmiş kuzeye yenilen güney bölgeleri uzun yıllar gelişme gösteremedi.Sanayileşmiş kent toplumuna geçmeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında mümkün oldu.1960’lı yıllarda yapılan çalışmalarla uzay çağına,sonra da sanayi ötesi elektronik topluma geçen toplumun bir parçası oldu.
*
Bazı durumlarda fiziksel çevreye uyum,daha yüksek örgütlenme biçimine yol açar.Yani toplum bir önceki aşamasına oranla daha karmaşık bir örgütlenmeye girmiş olur.Sosyo-ekonomik kalkınma bu şekilde mümkün hale gelir.Nitekim Kuzey Avrupa’da sanayi devrimi sonucu yeni bir toplum oluşmuştur.Çok daha eski dönemlerde Yakın Doğu’da tarımın ilk kez ortaya çıkmasıyla yeni bir toplumun oluşması da bilinen örneklerdendir.Şu halde toplumsal evrim,temel olarak toplumların değişik çevrelere uyum sağlamakta gösterdikleri farklılaşma sürecidir.Bu süreç aynı örgütsel yapıda çeşitlemeler getirdiği gibi,bazen de değişiklikler yeni örgütlenmelere yol açarlar.
*
Tarımsal üretimin başlaması toplumda temel değişikliklere yol açmıştır.Birtakım bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda ,insanların fiziksel çevreyle ilişkisi kökten değişmiştir.Teknik aşamalarla tarım geliştikçe nufus ta artmıştır.Bu nufus artışının,avcı ve toplayıcı topluluklardaki nufus artışından yirmi katı fazla olduğu tahmin edlmektedir.Ancak bu toplumlar yerleşik düzene geçmiş olmalarına rağmen yeni örgütlenme biçimi oluşturamadılar.Genel olarak ele alındığında tarım öncesi avcı ve toplayıcı toplumlar gibi eşitliğe ve kan bağına dayanan toplum anlayışını sürdürdüler.Basit tekniklerle yapılan tarıma dayalı üretimde,elde edilen ürünlerin eşit şekilde tüketilmesi ve kan bağına dayalı sosyal ilişkilerin sürdürülmesi ekonomik gelişmeyi engeller.Ancak belirli bölgelerde,o döneme özgü teknolojik ve ekonomik özellikler nedeniyle merkezi otoriteye,yani hiyerarşiye dayalı daha gelişmiş ve daha karmaşık toplumlar oluştu.
*
Eşitlikçi kabile toplumları ile merkezi otoriteye bağlı toplumlar arasındaki fark,kurumsal yönden merkezileşme derecesidir.Kabile toplumlarında önderlik kısa sürelidir.Zira önderlik eden kişinin bu görevi sürdürmesi genellikle onun fiziksel gücü ile ilgilidir.Oysa veraset yolu ile geçen şeflik kurumu otoritenin daha kalıcı olmasına yol açar ve belirli politikaların daha uzun süre uygulanmasına fırsat verir.Sonuçta kabile toplumlarına oranla merkezi otoriteler daha büyük,daha karmaşık ve daha sıkı kaynaşmış toplum yapısı ortaya çıkarır.Toplum böyle bir yapıya ulaşınca tek tek kişiler veya bazı aileler ya da bir takım gruplar hem siyasal iktidar hem de servetler üzerinde söz sahibi olurlar.Aynı zamanda ekonomik yaşamdaki rolleri açısından da farklı konum elde ederler.Böylece merkezi otoriteye bağlı toplumlar hem genişlemeye hem de daha büyük ölçüde merkezileşmeye hazır hale gelirler.
*
Akrabalığa dayanan eşitlikçi toplumların sosyal kurumları,çok sayıdaki insanın birbiriyle çatışan isteklerini denetleyecek güçte değildir.Bu tip toplumlar akrabalık etkisi ile kendilerini belirli alanlarda sınırlama yolunu seçerler.Buna karşılık merkezi otorite uygulayan toplumlar daha geniş coğrafi bölgelerde ve daha kalabalık insan üzerinde egemenlik kurarlar.
Böyle özellik gösteren toplumların eski Mezopotamya’da ilk devlet düzeyinde örgütlenmiş toplumların öncüleri olduğu sanılmaktadır.Bunlar merkezi otoriteyle başlayan evrim çizgisini devam ettirdiler.Egemenlik ailelerden baskı gücü bulunan gruplara geçti.Farklı grupları zorla birleştiren,nufusun artmasına ve merkezileşmeye yol açan bu gelişme,yeni bir aşama başlattı.Böylece daha basit toplumlar yok oldu.

Sosyal Grup Nedir

A. Tanımı: Belli amaçlar ve bunları gerçekleştirme çabası çerçevesinde toplanmış, belli kurallara göre. belirli süre karşılıklı sosyal ilişkide bulunan,en az iki kişiden oluşan, göreli bir sürekliliği olan bireyler topluluğuna sosyal grup denir.





B. Özellikleri ve Fonksiyonları
1 - Grup üyelerin ortak bir amaca sahip olması
2 - İki veya daha fazla kişiden oluşması
3 - Üyelerin karşılıklı sosyal ilişkide oluşması
4 - Göreli bir sürekliliğin bulunması
5 - Grup üyeleri arasında işbirliği ve iş bölümü vardır.
6 - Grubun bireylerin beklentilerine cevap vermesi
7 - Grub bireyleri arasında biz bilincinin olması
8 - Grup üyeleri arasında rol ve statü dağılımı vardır.
9 - Grup üyerine baskı yapar ve yol gösterir.
10 - Yapı ve fonksiyon bakımından zamanla değişir.
11 - Bireyi sosyalleştirir, tutumları değiştirir, pekiştirir.
12 - Grup birey için bir güvencedir.
13 - Grup, işlevini yerine getirdiği sürece vardır.
14 - kültür grup aracılığıyla nesilden nesile aktarılır.



C. Sosyal Grup Çeşitleri
1 - Grup Üyelerinin Sayısına Görea) Büyük Grup: Üye sayısı çok olan, ilişki ve etkileşimleri daha sınırlı ve resmi olan gruplardır. İkincil ilişkiler hakimdir. Şehir gibi gruplardır.
b) Küçük Grup: Üye sayısı sınırlırdır ve ilişkiler yüzyüze (birincil)dir. Köy,aile

2 - Grubun Süresine Göre:
a) Geçici Gruplar: Belli bir iş yapmak veya belli bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen kişilerden oluşur. Bunun için kısa ömürlü ve geçicidirler. Mevsimlik işçi, izciler grubu.
b) Sürekli Gruplar: Genellikle grup üyelerinin ömürlerinden daha uzundur. millet,aile, köy, şehir, gruplar

3 - Bireyin Gruba Katılışına Göre:
a) Resmi Gruplar: Yetkili organlarca oluşturulmuş ve önceden belirlenmiş yasa, tüzük, yönetmelik gibi hukuk kurallarına göre düzenlenmiş gruplardır.

Milli eğitim de çalışan grup.

b) Resmi Olmayan Gruplar: Kanun ve yönetmelikler yerine grup üyeleri tarafından geliştirilen kurallara göre var olan gruptur. Genellikle küçük gruplardır. Aile, arkadaş grupları, imece (bir örgütte kendiliğinden doğmuş yardımlaşma şekli), klik-hizip (bir örgüt düşünce ve davranış bakımından ayrılık gösteren küçük gruplaşma) gibi...

4- Bireyin Gruba Katılışına Göre:
a) Bireyin Kendi İradesiyle Katıldığı Grup:
Gruba girip çıkmanın serbest olduğu gruplardır. Arkadaşlık, klup, demek grupları
b) Bireyin İrade Dışı Katıldığı Grup:
Bireyin doğal yolla katıldığı gruptur aile millet, kastlara bireyler doğal yolla katılırlar.
türk veya Fransız olmak kişinin ömrü boyu devam eder.

5 - Sosyal İlişki Tiplerine Göre:
a) Birincil Gruplar: Üyeleri arasında birincil (yüzyüze, samimi) ilişkilerin olduğu gruptur. Aile, arkadaşlık, komşuluk, komşuluk
b) İkincil Gruplar: Üyeler arasında ikincil ilişki bulunan, bulunan, bu ilişkilerin yasa, yönetmeliklerle belirlendiği gruplardır. Üyeler arsındaki ilişkilerde çıkar duygusu egemendir. Dernekler, sendikalar, siyasi gruplar gibi...

6. Ferdinan Tönnies’in Grup Sınıflaması:

a. cemaat: Zaman içerisinde yavaş yavaş meydana gelen, bireyleri arasında duygu ve düşünce birliği olan insan topluluğudur. Irk, etnik köken ve kültür bakımından farklılaşmış kişilerden meydana gelirler. cemaat üyeleri arasında sıcak, samimi,yürekten, duygusal ilişkiler vardır. Aile, akrabalık, klan gibi kana bağlı; komşuluğa dayanan köy gibi yere bağlı, düşünce ve duygu benzerliğine dayalı topluluklar cemaate örnek verilebilir.
b. Cemiyet : Irk, etnik köken, sosyo ekonomik statü ve kültürce farklılaşmış topluluklardır. Cemiyetler kişisel olmayan, soğuk, rasyonel ve özgür ilişkiler üzerine kuruludur. sanayi ve ticaret işletmeleri, baskı grupları, şehirler gibi örnekler....

cemaat-Cemiyet Özellikleri
cemaat (topluluk)
Cemiyet (Toplum)
- Ortak irade
- Üyelerin kişiliği yok
- Toplum çıkarları
- İnan
- Din
- Töre, adet
- Doğal dayanışma
- Ortak mülkiyet
-Bireysel irade
Var
birey çıkarları
İdeoloji
Kamuoyu
Moda, geçici arzular
Sözleşmeli dayanışma
Bireysel mülkiyet

Toplum Nedir ?

Toplum kavramı, en genel anlamıyla insanlar arasındaki tüm ilişkiler ile bunlardan türeyen kurumları ve kültürü işaret etmektedir. Toplum bireyin ait olduğu en büyük gruptur, fakat kalabalıktan, fertlerin aritmatiksel toplamından çok daha farklı bir olgudur. Birlikte olmanın bilinciyle insanlar arasındaki ilişki toplumu yaratır. Ortak bir hayatın şartlarını ve temel unsurlarını paylaşan ve organize olmuş insan grubudur. Bu anlamda toplum bir sosyal ilişkiler dokusudur. İnsanın olmadığı bir yerde sosyal ilişki olamayacağı için toplumdan söz edilemez. Bu nedenle toplum, aynı zamanda insanların varlığıyla kendiliğinden oluşan tabii bir ortamdır.

Varlıklar arasında sosyal ve fiziki olmak üzere iki tür ilişki vardır. Masa ve üzerinde duran kitap ilişkisi fiziki bir ilişkidir. Varlıklar birbirlerini idrak edememektedirler.
İnsanların birbirlerinin varlıklarından haberdar olmaları ve buna göre davranmaları ise sosyal bir ilişkidir. Benzerliklerini ve farklılıklarını algılayarak belli bir yönde davranabilmektedirler. Karşılıklı haberdarlık, çatışma veya birlikte mensubiyet duygusu yaratarak insanların benzerlikleri çerçevesinde gruplaşmasına sebep olarak toplumu meydana getirir. Benzerlikler, eski topluluklarda aynı kandan gelme temeline, modern topluluklarda ise aynı kültürü paylaşma şuuruna dayanır. Bu nedenle sosyal ilişkilerin bir fonksiyonu olarak toplum insanlarla birlikte doğal olarak vardır. Öte yandan sosyal ilişkiler, kurumları, gelenekleri, örfleri, normları, kısaca sosyal alanda gözlemlenebilecek tüm özellikleri üretir. Bunlara aynı zamanda, insanın yarattığı unsurlar anlamında kültür adı da verilmektedir. Bu bakımdan toplum ve kültür birbirlerini yansıtmaktadır. Bu sebeple kültürün çeşitli kurumlarıyla toplum , zaman zaman eş anlamda kullanılmaktadır. Mesela dini bir grupla eş anlamlı olarak, Müslüman toplumu; devletle eş anlamlı olarak, Türk toplumu deyimleri kullanılabilmektedir.

Kısaca toplum kavramı, genel olarak insanlık veya belirli bir sosyal birimi işaret eden çeşitli anlamlarda, organize insan grubunu ifade etmektedir.

SOSYOLOJİ NEDİR?

Sosyoloji insan toplumlarını bilimsel,sistematik ve eleştirel olarak inceleyen sosyal bir bilimdir. Bu sosyolojinin en genel düzeyde tanımlanmasıdır. Sosyolojinin araştırma konusu toplum ve toplumsal yaşamla ilgili olgu ve olaylardır. Toplumun yapısı, organizasyonu, değişimi, işleyişi, ... sosyolojinin ilgi alanı içine girer. Toplumun yapısını keşfetme, toplumdaki grupları bir arada tutan veya onları birbirinden ayıran, uzaklaştıran güçlerin neler olduğunu ortaya koymak, toplumsal yaşamı değiştiren ve dönüştüren koşulları belirlemek, insanlar arası ilişki ve etkileşimlerin yapısı ve işleyişi ile ilgili kural ve ilkeleri ortaya koymak, sosyal davranışı toplumsal bağlam içerisinde açıklamak,.... sosyolojinin en temel amaçları arasında yer alır.

Yukarıda da ifade edildiği gibi toplum ve toplumsal yaşamla ilgili olgular (evlenmek, boşanmak, göç, kentleşme,suç,terör, spor,....)sosyolojinin araştırma konusunu oluşturur. Toplum sosyolojik açıdan sosyal bir gerçekliktir. Ancak bu gerçeklik, fiziksel bir gerçeklik gibi doğrudan algılanan ve deneyimlenen bir gerçeklik değildir. Sosyal gerçeklik insanlar arası ilişki ve etkileşimleri, grup yaşamını, gruplar arası ilişkileri, kültürü, sosyal kurumlar ve tüm bunların insanların sosyal davranışları üzerindeki etkilerini anlatan bir kavramdır. Bu bağlamda sosyal gerçeklik sosyal davranışlarımızı şekillendiren sosyal bir güç olarak tanımlanabilir. Örneğin; nasıl mevsimler faaliyetlerimizi, giysilerimizi ve yaşamla ilgili seçimlerimizi etkileyebiliyorsa , sosyal gerçeklikte sosyal davranışlarımızı biçimlendirir.

İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik yapısı, aile düzeni, kültürü, yönetim biçimi, nüfusu, dini, ahlak anlayışı.... sosyal davranışlarımızı şekillendirir. Örneğin; hangi partiye oy verdiğimiz, eş seçimimiz, yaptığımız meslek , boş zamanları değerlendirme biçimimiz ,…toplumsal koşullardan etkilenir.

İnsan davranışları üzerinde toplumsal koşulların etkili olması sosyal davranışın çözümlenmesinde, toplum ve toplumsal yaşamla ilgili olgu ve süreçlerin bilinmesini önemli bir hale getirmiştir. Bu çerçevede sosyoloji daha özel olarak sosyal davranışı açıklamayı amaçlar.Sosyal davranış toplumsal bir bağlamı içeren, diğer insanların davranışlarını içeren ve /veya çağrıştıran örgütlü insan eylemleri olarak tanımlanabilir. Örneğin; bir fabrikada çalışan işçilerin veya bir okulda ders anlatan öğretmenlerin davranışları sosyal davranışlardır.

Sosyoloji, sosyal davranışı çözümlemek için sosyal davranışın bağlamını, yine en genel düzeyde toplumu ve onunla ilişkili olgu ve süreçleri dikkate almak durumundadır. Sosyolojiye özgünlüğünü
ve önemini kazandıran da budur. Toplumsal çözümlemede toplumsal bakış açısını içermeyen bir sosyoloji anlayışı oldukça ek*****r. Bu nedenle toplum ve toplumsal yaşam üzerinde biraz ayrıntılı durmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bilindiği gibi insanlar toplum içinde yaşayan sosyal varlıklardır. Toplum halinde yaşamak insan için zorunlu, kaçınılmaz ve onun doğasıyla ilgili bir özelliktir. İnsanların sosyal varlık olduğu; yani diğer insanlarla ilişki kurarak bir arada bulunması bir çok filozof ve sosyologun paylaştığı temel bir fikirdir.

İnsanın sosyal bir varlık oluşu , toplumun hem bir nedeni ve hem de bir sonucu olarak ortaya çıkar. İnsanların yapısı ve mahiyeti (temel özelliği) onların bir arada yaşamasını gerektirmiş ve böylece toplum hayatı ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda toplum hayatı da insanları tarihsel süreç içerisinde değiştirmiş ve insanların toplumsal yaşamdan etkilenen ve hatta belirlenen varlıklar olması üzerinde etkili olmuştur. Ancak burada önemli olan insan mı?, toplum mu?, ayrımı değil, insan ve toplum arasındaki etkileşimdir. İnsan ve toplum bir bütünün iki önemli yüzü ve gerçekliğidir.

Toplum yapısı çeşitli türden grupları ve bu grupların organizasyonunu içerir. Sosyolojik açıdan toplum en büyük, en karmaşık ve en gelişmiş sosyal gruptur. Toplumu bir tür gruplar ağı veya organizasyonu şeklinde ele almak olanaklıdır. Coser (1985:3)’a göre toplum, örgütlü insan grupları arasındaki etkileşim kalıplarına verdiğimiz bir isimdir. Gruplar içinde ve gruplar arasındaki etkileşimin örüntülenmesi veya kalıplaşması toplumsal yaşamın düzenliliğini işaret eder. Oldukça karmaşık toplumlar da bile sosyal yaşamın dikkatli bir gözlemi, toplumsal yaşamda kaos ve kargaşa yerine düzenliliğin olduğunu ortaya koyar. Örneğin; sabahleyin evimizden ayrılıp işimize giderken genellikle içinde yaşadığımız sosyal dünyanın dünkü gibi olacağını umarız veya böyle bir beklenti içinde yaşarız. Bu düşünüş toplumsal yaşamın öngörülebilirliğini de ifade eder. Ancak, sosyal yaşamın bu düzenli yapısı onun şaşırtma, uyumsuzluk, gerilim ve sosyal gruplar arasındaki çeşitli türden anlaşmazlıkları içermemesi anlamına gelmez. Sosyal yaşam bu ve benzeri süreçleri de içermesine rağmen tüm bu süreç ve oluşumlar belirli kural, ilke ve kalıplarla ortaya konur. Örneğin;işçi ve işverenler arasındaki çatışmalar ve anlaşmazlıklar sendika, grev, lokavt toplu iş sözleşmesi gibi kurum ve örgütlenmelerle düzenlenmiştir. Çatışmaların topluluğun istikrarını bozduğu durumlar genellikle bir değişim durumunu ifade eder. Bu sürecin yöneldiği durum göreli de olsa yeni bir denge veya istikrardır.

Toplum kavramı sosyolojide merkezi bir kavramdır. Sosyal grup boyutu kadar diğer boyut ve özellikleri de vardır. Giddens (2002:621)’a göre bir toplum belirli bir toprak parçasında yaşayan , ortak bir politik otorite sistemine tabi olan ve çevrelerindeki çeşitli gruplardan (toplum) ayrı bir kimlikleri olduğunun farkında olan bir insan grubudur. Giddens’ın bu tanımı açısından örneğin; Türk toplumu, İngiliz toplumu, Amerikan toplumu,... bir toplumdur.

Toplum kavramının çözümlenmesinde kültür ve kurumlar da önemli bir yere sahiptir.Kültür toplum yaşamının kurucu ögelerinden birisini oluşturur. Toplumsal yaşamın çeşitli alanları kültürle bir yapıya bir düzene kavuşur. Bauman (1998:163) kültürü “ yapay düzen kurma işi” olarak tanımlar. Bu yapay düzen insanın toplum halinde yaşamasının zorunlu bir sonucu veya gereği olarak ortaya çıkar ve insan ilişkilerini düzenleme, insanların çeşitli türden ihtiyaçlarını karşılama işlevlerini yerine getirir. Kültür, bu bağlamda insani; insana özgü ve toplumsal bir karaktere sahiptir. Fichter (1990:120) kültürü “insan ürünü” olarak değerlendirir.

Sosyolojide kültür kavramı bir grubun (az yada çok geniş ) üyelerinin ortak edinimlerinin bütünü ifade eder. Bu edinimler şeyleri algılamada, yapılanları değerlendirmede bilinç dışı ve sürekli referans işlemi görerek, davranışların yönlendirilmesinde etkili olurlar. (Muchielli,1991:9).

Kültürün insan davranışları için referans oluşturması toplumsal açıdan oldukça önemlidir. Bir toplumda bireyler arası ilişkilerin düzenlenerek toplum hayatının meydana geldiği bilinmektedir. Kültür, sosyal kurumlarla çok sıkı bir ilişki içinde bulunur. Sosyal kurumlarda temel olarak toplum içerisinde bireyler arasındaki sosyal ilişkileri düzenler. Fichter (1990:123) kültür ve kurumlar arasındaki ayrımın daha çok analitik olduğunu söyleyerek kültürü toplumdaki kişilerin ortaklaşa paylaştıkları toplam kurumların bileşkesi olarak tanımlar. Aynı sosyologa göre , kurum kültürün en geniş parçasını oluşturur. Kültürün en küçük ve indirgenemez temel oluşturucusu yürürlükteki davranış örüntüsüdür. Sosyal rol, statü ve etkileşim formları ise sosyal kurumların oluşturucuları olarak değerlendirilir. Kültür bünyesinde bir topluma veya gruba ait temel değer, norm ve davranış kalıplarını içerir. Bir toplumun kültürü onun inançları, ahlakı , sanatı , hukuku, dili, gelenek, görenek örf ve adetlerden oluşan karmaşık bir bütündür. Sosyal kurumlar ise düzenlenmiş, tesis edilmiş veya yapılanmış davranış örüntüleri ve bunlardan oluşan sosyal bütünlerdir.

İnsanlar toplumsal yaşam içerisinde gereksinimlerini karşılamak için diğer insanlarla sosyal ilişkilere girerler. Çünkü, insanlar gereksinimlerini tek başlarına karşılayamazlar. Örneğin; beslenmek, giyinmek,evlenmek,güvenlik, sevgi gibi gereksinimlerimiz tek başımıza karşılayamadığımız , diğer insanlarla ilişkiyi içeren sosyal boyutlu ihtiyaçlarımızdır.

Sosyal ilişki ve etkileşimin toplum hayatı için en temel önemi grup oluşumunu, grup yaşamını ve bu yaşamla ilgili yapıları; kalıpları ortaya çıkarmasıdır. Sosyal ilişki ve etkileşimin bu bağlamda içinde yaşadığımız karmaşık modern toplum da dahil, bütün sosyal oluşum ve yapıları ortaya çıkaran temel bir toplumsal süreçtir (Erjem,2004)


SOSYOLOJİK BAKIŞ AÇISI

Sosyolojik bakış açısı sosyolojini toplumsal olaylara nasıl yaklaştığını, nasıl incelendiğini, sosyolojinin olayları incelemesini diğer sosyal bilimlerden nasıl farklı olduğuyla ilgilidir. Daha öncede ifade edildiği gibi sosyoloji toplumsal bağlam içerisinde sosyal davranışı inceler. Sosyal davranış bireylerin bir anlam ifade eden ve diğer insanlarla ilişkili davranışlarıdır. Sosyal davranış sosyal ilişki ve etkileşim sonucu oluşur. Sosyoloji sosyal davranışı açıklamak için kendine özgü bir bakış açısı geliştirmiştir. Bu bakış açısı belli temel öncüllere dayalıdır.
Bunları şöyle ifade edebiliriz:·İnsanlar sosyal varlıklardır.
·Sosyal davranış öğrenilir.
·Toplum insanların ait olduğu en geniş gruptur.
·İnsanlar tek boyutlu değildir. Bu nedenle sosyal davranışta çok boyutludur
·Birey davranışlarındaki ilişki toplamı açısından incelenir.
* Sosyal davranışın nedeni toplumsaldır.

Sosyolojik bakış açısıyla bir olayı incelemeyi şöyle ortaya koyabiliriz.Örneğin Mehmet’in işsiz oluşu.
AÇIKLAMALAR:
Psikolojik( Bireyci): insanlar tembel , aptal oldukları veya beceriksiz oldukları için işsiz kalırlar. Mehmet’te bu özelliklere sahip oldukları için işsizdir.
Sosyolojik açıklama: işsizlik toplumdaki eşitsizliğin, dengesizliğin sonucu olarak ortay çıkar. Eşitsizlik kişinin meslek edinmesini, eğitimini olumsuz etkiler. Ayrıca eşitsizlik sonucu toplumun kaynakları da akılcı kullanılıp yatırımlara dönüştürülemez. Mehmet’in işsizliği bu nedenle daha çok toplumsaldır. İşsizlik problemi toplumsal düzenlemeler sonucu çözülebilir ( Erjem ,2004)


SOSYOLOJİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ


Toplumla ilgili fikir ve düşünceler insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak toplumu ve toplumsal olayları bilimsel olarak araştırıp, incelemeyi oldukça yeni bir gelişme olarak değerlendirebiliriz. Bu bağlamda sosyoloji ikiyüzyıllık bir geçmişe sahip bir bilim dalıdır. Sosyoloji 19.yy’da, özellikle Batı Avrupa toplumlarında meydana gelen önemli siyasi, sosyal , ekonomik ve entelektüel gelişme ve değişmelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Batı Avrupa toplumlarında meydana gelen büyük değişimler modern toplum denilen bir toplum biçimini ortaya çıkarmıştır. Modern toplum, eski topluma ait birbirinden kopuk toplulukların bütünleşmesini, gelenek ve dinden kopmayı, bireyleşmeyi, rasyonelleşmeyi, kentleşmeyi, eşitsizliği kapsayan bir dizi süreçle ortaya çıkmıştır. Bu karmaşık toplumu incelemek sosyolojinin konusu haline gelmiştir.Modern toplumu oluşturan olaylar şunlardır:

1.Ulus devletin yükselişi.
2.Endüstrileşme
3.Kapitalizmin yükselişi
4.Sosyalist ülkelerin ortaya çıkışı
5.Temsili demokrasinin doğuşu
6.Bilim ve teknolojideki gelişmeler
7.Kentleşme
8.Kitle iletişim araçlarının gelişimi ve çeşitlenmesi
9.Rönesans
10.Aydınlanma
11.Fransız ve Amerikan devrimleridir.

Sosyoloji kelimesi Fransız sosyologu ve tarih felsefecisi A. COMTE tarafından icat edilmiştir. Comte sosyal olayları doğa bilimleri modelinde kurmayı amaçlayan bir sosyoloji kurmak istemiş, ancak bunu başaramamıştır. Daha sonra Comte’u takip eden Fransız sosyologu E. Durkheim, sosyolojinin konusu, yöntemi ve akademik yaşamda yer alması konusunda önemli çalışmalar yaparak sosyolojinin gerçek olarak kurulmasını sağlamıştır. Daha sonraki gelişmeler sosyolojinin bütün dünyada giderek daha çok yayılmasına neden olmuştur. Sosyolojiye önemli katkı sağlayan başlıca düşünürler E. Durkheim , K. Marks, M. Weber, V. Pareto,G.Simmel,W. Mills ve T. Parsons’dur.Türkiye’de sosyolojinin kurucusu ise Ziya Gökalp’dir.

Kavramsal İçeriği

Sosyoloji; “Toplum Bilimi” veya “sosyal olayların bilimi” ya da “sosyal örgütlenme ve sosyal değişimler bilimi” olarak da bilinmektedir.
Aslında sosyoloji, sosyal hayatımızda var olan sosyal gerçekleri (sosyal hadiseler ve olgular), insanların meydana getirdiği grupları, grupların davranışlarını ve sosyal kurumları olduğu gibi inceleyen pozitif bir sosyal bilim dalıdır. Bir başka ifadeyle, sosyoloji, bir takım varsayımlardan çok; var olan gerçekleri ortaya koymaya çalışan, sosyal gerçeğe eğilen bir ilimdir.
Geniş anlamıyla sosyoloji, insanların birbirleriyle kurdukları sosyal münasebetleri, sosyal gruplar, kurumlar ve örgütler arasındaki münasebetleri, toplu eylem, toplu direniş gibi topluluk ve fert davranışlarını, değişik düzeylerde bütün sosyal etkileşim biçimlerini, sosyal yapı özelliklerini ve bu yapıda ortaya çıkabilecek değişme temayüllerini belirli bir yöntem dahilinde inceleyen, sosyal gerçekleri ve süreçleri sistematik ve bilimsel olarak mercek altına alan bir bilim dalıdır.
Sosyoloji, hem insan davranışının yüz yüze etkileşim bağlamlarını (Mikro-Sosyoloji), hem de çok sayıdaki ve büyük ölçekli grupların, örgütlerin veya sosyal sistemlerin (Makro-Sosyoloji) özelliklerini inceler.
Sosyoloji, fertten ziyâde toplumun aynasıdır. İnsanın, sosyal diye vasıflandırabileceğimiz bütün davranışları, sosyolojinin ilgi alanına girmektedir. Her ne kadar insan ruhuna pek yakın olan ilgi alanlarını, değerleri ve duyguları ihtiva eden sorunları ele alıyorsa da, sosyoloji, bir şeyin iyiliği veya kötülüğü, uygunluğu veya uygunsuzluğu gibi hususlarda yargıda bulunmaktan uzak durmaya, yani tarafsız kalmaya gayret etmektedir.


Sosyolojinin Tarihçesi



Sosyal olaylar, her ne kadar insanlık tarihi ile başlatılmakta ise de, hadiselere sosyolojik yaklaşım tarzı, daha çok 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır.
Sosyoloji terimi, ilk kez bir sosyolog olmaktan ziyâde bir bilim felsefecisi olan Fransız, August Comte (1798-1857) tarafından kullanılmış ve İngiliz, Herbert Spencer (1820-1903) tarafından da geniş kitlelere tanıtılmıştır.
Ancak, sosyolojinin ilk temel esaslarını, ilmî yöntemlerle ortaya seren ilk bilim adamı belki de İbni Haldun ‘dur (1332-1406). Prof. Dr. W. Barthold’a göre İbni Haldun, tarih felsefesinin en mümtaz simalarından birisi olduğu kadar, sosyolojinin ilk büyük kurucusudur. Sosyal kanunları, tarihî hadiselerden çıkaran İbni Haldun, cihan tarihinde, büyük devlet ve medeniyetlerin kuruluşunda, göçebe unsura yer verdiği, bunların medeni halk içerisinde yaşayıp milliyetlerini kaybettikleri hakkındaki fikirleri bugün bile geçerlidir. Ayrıca, sosyal psikoloji, sosyal ekonomi, tarih felsefesi, etnografya, sosyal coğrafya, sosyal felsefe, kentleşme, sosyal antropoloji gibi sosyal bilim dallarına ait sosyal teorileri, ciddî mânâda ancak 19. asırda kavranabilmiş ve bir çok Avrupalı bilim adamının çalışmalarına temel dayanak vazifesi görmüştür.



Sosyoloji Dalları

Sosyolojinin gelişmesiyle, toplumlara ve topluluklara yönelik yapılan ilmî çalışmalar sonucunda bir çok sosyolojik disiplin ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlileri aşağıda sıralanmıştır:
Ahlâk Sosyolojisi.
Askeri Sosyoloji.
Beden Sosyolojisi.
Bilgi Sosyolojisi.
Bilim Sosyolojisi.
Çalışma (Endüstriyel) Sosyolojisi.
Din Sosyolojisi.
Eğitim Sosyolojisi.
Folk Sosyolojisi.
Gender Sosyolojisi.
Hukuk Sosyolojisi.
İktisat Sosyolojisi.
İnsan Ekolojisi ve Demografi.
Kent (Şehir) Sosyolojisi.
Köy (Kırsal) Sosyolojisi.
Kurumlar Sosyolojisi.
Küçük Gruplar Sosyolojisi.
Kültür Sosyolojisi.
Medikal Sosyoloji.
Natüralist Sosyoloji.
Sağlık Sosyolojisi.
Sanat Sosyolojisi.
Sanayi Sosyolojisi.
Siyaset Sosyolojisi.
Sosyal Psikoloji.
Sosyolojik Teori.
Tarih Sosyolojisi.
Tatbikî Sosyoloji
Vergi Sosyolojisi


Sosyal Norm Nedir ?

Kolektiflik, toplum; tüm bunlar sadece laftır. Gerçekten var olan bireydir. Kolektiflik çok tehlikeli bir fikirdir. Kolektif olmak adına birey, gerçek her zaman kurban edilmiştir. Ben kesinlikle ona karşıyım.
Uluslar bireyleri ulus adına kurban ediyor; ve “ulus” sadece bir laftır. Haritanın üzerine çizdiğin çizgiler yeryüzünde hiçbir yerde yoktur. Onlar sadece senin oyunundur. Fakat haritanın üzerine çizmiş olduğun bu çizgiler için savaşmak adına milyonlarca insan ölmüştür; gerçek insanlar gerçek olmayan çizgiler için ölüyor. Ve sen onları kahraman yapıyorsun, ulusal kahramanlar yapıyorsun!

Birey sadece toplum ölürse var olabilir; ikisi birlikte var olamaz. Toplumun ölmesi için zaman gelmiştir ve biz birlikteliğin resmi olmayan, daha çok kalbe ait olan yollarını bulacağız. Aile bunu önler. Aile her çocuğun etrafında sınırlar çizer. Der ki; “Ben senin babanım o nedenle sev beni. Ben senin annenim o nedenle sev beni. Senin ailen bu. Eğer gerek olursa kendini ailen için feda et.” Aynı fikir daha büyük bir ölçekte ulusa yansıtılır: “Senin ulusun bu. Eğer sana ihtiyaç duyarsa, kendini feda et.” Aile, toplum, ulus...giderek büyüyen aynı fikirdir o.
Kolektiflik fikri tamamıyla yok edilmelidir; aksi taktirde şu veya bu şekilde bireyi kurban etmeye devam edeceğiz. Bireyi din adına bile, din savaşlarında kurban etmiş durumdayız. Dini savaşta ölen bir Müslüman kendisinin cennetlik olduğunun x garanti olduğunu bilir. Ona imamı tarafından, “Eğer İslam için ölürsen hayal ettiğin ya da rüyasını gördüğün tüm zevkleriyle cennetlik olman kesindir. Ve öldürdüğün kişi de bir Müslüman tarafından öldürüldüğü için cennete ulaşacaktır. Bu onun için bir ayrıcalıktır o nedenle bir insanı öldürdüğün için suçluluk hissetmene gerek yok” denmiştir. Hıristiyanların Haçlı Seferleri vardır —bir cihat, bir dini savaş— ve binlerce insan öldürülür, insanlar canlı canlı yakılır. Ne için? Kolektif olmak adına; Hıristiyanlık için, Budizm için, Hinduizm için, komünizm için, faşizm için herhangi bir şey olabilir. Kolektif olmayı temsil eden herhangi bir sözcük ve birey kurban edilebilir.

T

Toplum yapay olduğu için dağılabilir. Bir kez gerekli olduğu için bu onun sonsuza dek gerekli olacağı anlamına gelmez. İnsan sadece onu gerekli kılan koşulları değiştirmek durumundadır. Ve onun varoluşsal olmaması iyidir, aksi taktirde ondan kurtulmanın hiçbir yolu olmazdı. O bizim kendi ürettiğimiz bir şeydir. Onu ne zaman istersek yok edebiliriz.

Kolektif, bireylerden oluşur tersinden değil. Bireyin sadece kolektif olanın bir parçası olduğu söylenmektedir; bu doğru değildir. Birey kolektifin sadece bir parçası değildir; kolektif, bir araya gelen bireyler için sadece bir semboldür. Onlar hiçbir şeyin parçası değildir; onlar bağımsız kalırlar. Onlar organik olarak bağımsız kalırlar, onlar kolektifin parçası haline gelmezler.

Şayet biz özgür bir dünya istiyorsak o zaman şunu anlamalıyız ki kolektiflik adına pek çok katliam gerçekleşmiştir. Ve artık durmak zamanı gelmiştir. Tüm kolektif isimler geçmişte sahip oldukları görkemi kaybetmelidir. Bireyler en yüksek değer olmalıdır.

Osho
oplum varoluşsal bir gerçeklik değildir. O, insan uykuda olduğu için, insan kaos içinde olduğu için, insan ahlaksızlığa dönüştürmeden özgürlüğe sahip olamadığı için insan tarafından yaratılmıştır. İnsanın özgürlüğe sahip olup da ondan çıkar sağlamama gücü yoktur. O yüzden o insanın yapay —ama gerekli— bir yaratımıdır.

Hürriyet

HÜRRİYET 

Gerçek hürriyete sahip insan oğlunun yanına gidiyorsunuz ve ona bir başka insanı gösteriyorsunuz. Bu ikincinin elleri, kolları bağlanmıştır. Hür insana diyorsunuz ki: “Bu kolları bağlı hemcinsine vur, onu döv, onu ez, ona karşı istediğin gibi davran!” Hür insan geriliyor; “Ben bunu yapamam, hürriyetim manidir” diyor, insanlığının cevherinde bir şeyler var ki dediklerinizi yapmak isterken bana karşı geliyor, “ben zalim olamıyorum.” Yine hür insana bir başkasının mülkü olan toprağı gösteriyorsunuz ve “Bu toprağın sahibi kuvvetsizdir diyorsunuz, burasını sen kullan, bu mülk senin olsun.” Hür insan bu teklifi şiddetle reddediyor: “Ben bunu yapamam diyor, zira bu mülk benim değil, hürriyetim onu işgal etmeme müsaade etmiyor.” Aynı hür insana: “Sen hür değil misin? şu fikre hakaret et. Bu mazlumu tehdit et” diyorsunuz. Onun cevabı şöyle oluyor: “İçimde bir ilahi güç, bir ilahi kuvvet var ki yine ilahi cevher olan ruh meyvesine hakaretime izin vermiyor; mazlumu tehdit etmek isterken ağzımı kapatıyor. “Hür insanın şaşırtıcı hali karşısında son bir ümide bağlanan gerçek esir ona şu dilekle yaklaşıyor: “Yalan söyle bari, aldat, iftira et, izzetinefisler  çiğne, namussuzu olsun teşhir et, nasıl olsa namuslu da ona karıştırılacaktır. Şu bedbaht ömrün intikamını insanlardan böyle al!” Hür insan, bu yeryüzünde kendisini inim inim inleten esir ve zalim fitnenin mutlaka kahretmek isteyen, insanlığı mutlaka çökertmek isteyen sesi karşısında: “Sefil diyor, hür olmasaydım belki sana uyardım. Tavsiye ettiğin zilletler ne seni, ne de insanlığı kurtaracak. Sen kendinle beraber her şeyi batırmak istiyorsun. Ben kendimle beraber herkesi kurtarmak istiyorum. Zira hürüm. Hürriyetim bana bunu emrediyor. Her türlü hesaplar, kurnazlıklar bu emrin karşısında aciz kalıyor. Senin yıkmak, devirmek istediğini  ben kurtarmak isterken bu halime sen aciz diyeceksin. Evet hür olduğum için senin istediklerini yapmaktan acizim, yıkamam, iftira edemem, yalan söyleyemem, zulmedemem. İşte bende ki bu muhteşem aczin ilâhi adı hürriyettir.”

Gerçek hürriyete sahip İnsan, görülüyor ki, birçok hareketleri yapma iktidarından sıyrılmış, kendini kurtarabilmiş insandır. Her şeyi yapabilen bir şaki, her türlü suçu işlemeye kabiliyetli bir psikopat hür değildir. Bilakis pek çok hareketleri yapmak kudretsizliğine irade ile sahip olan kimse hür olabilir. Zira hür olan irade, yalnız harekete sürükleyici kuvvetin harekete geçmesinden ibaret değildir. Onda iki kuvvet hakimdir: Biri harekete geçme kuvveti, yani itici kuvvet, öbürü yasak edici kuvvet, yani frenleme kuvveti. Bu iki kuvvetin tam ve mükemmel bir ahenk halinde işleyişi ancak insanı hür yapabiliyor. Harekete geçirici kuvvet her sahadan gelebilir.

Hayati hazlardan, iştahalardan, menfaat endişesinden, sempatiden ve alışkanlıktan, aşktan ve şöhretten, ilim ve sanat ideallerinden, hasta bir şuurun iptilalarından, cemiyetten, tahrikten, zafer sevgisinden, nihayet hayati otomatizmin ne şekilde olursa olsun hareket etme ihtiyacından. İnsan bu itici kuvvetlerden herhangi birisiyle harekete sürüklenebilir. Eğer itici kuvvet ulvi bir ideal, bir insani dava ise, hareket iyi meyve verebilir. Kötü ise ondan bir felâket veya sefâlet doğacaktır. Lâkin her iki halde de insan hür sayılmaz. Zira yalnız itici kuvvet, insanın iradesini temsil edemez. Onun karşısında bir de yasak edici kuvvet vardır ki, itici kuvvet harekete geçer geçmez, onu her adımda kontrol eder, yanılma anında frenler, doğru yolda freni gevşetir. Bir engel atlanacağı yerde durur, hesaplarını yapar, sonra kararını verir ve her adımda kararlarına kendi şahsiyetinin markasını vurur. İtici kuvvetin hareketi gibi mukavelesiz, kontrolsüz, yani şuursuz, kör bir yürüyüş değildir. Kalabalığı bağırtırken veya bir masum linç ettirirken, hayatın kör ve şuursuz akışından istifade edenler, hürriyetin asıl düşmanlarıdır. Onlar insanın kendi kendisiyle baş başa kalmasından korkarlar. İnsanın kendi ruhuna sığınmasına fırsat vermeden şaşırttıkları ruhun derinlerinde gözleri kör edici bir dumanlı yangın çıkartırlar. Kendi evimizi bize yaktırırlar. Hürriyetimizi gafletimize kurban ettirirler.

İktisadi, ahlâki, ilmi ve siyasi, çeşitli olaylar arasında yaşayan fert, bütün bunlardan kendi hissine ve menfaatlerine uygun olanları benimsiyor. Telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların kendi his aleminde bir örgüsünü yapıyor. Hükümlerini önce bir hisle veriyor. Hüküm verdikten sonra hükmüne deliller araştırıyor. Sebepler, bahaneler mahşeri olan dünyamızda kendi hükmüne uygun gelen destekler buluyor. Şu veya bu kanaatin mensubu oluyor, şu veya bu zümreye bağlanıyor, şu veya bu hareketlerin güya hür tercihçisi kesiliyor. Hakikatte o, telkinlerle menfaatlerin, içtimai şartların ve bütün bunların bir örgüsünden başka bir şey olmayan hislerinin esiridir. Onun hür sandığı kendi hareketlerinin hepsi de esaret eseridir. Nefsinin arzın, cemiyetin, herkesin ve her şeyin esiri olan insan, bütün bu şeylerin üstünde duran esaretinin esiridir. Zira üstelik onu takdis eder: Gururu ile nefsine itimadı bunun delilidir. Şu halde insan daima esir olabiliyor ve her şeyin esiri oluyor. Bu esaretlerden onu nasıl kurtarmalı?

İyi veya kötü, itici, harekete sürükleyici kuvvetlerin ferdi harekete geçirmesi anından başlayarak yasak edici frenleyici kuvveti de harekete geçirmesini bilen insan, hürriyetin sırrını yakalamış demektir. Şu halde hürriyet, ferdi harekete geçirici çok ve çeşitli kuvvetlerin karşısına frenleyici kuvveti çıkarmak demektir. Bu ikinci kuvvet, hareketi durdurmuyor, düzenliyor, kontrol ediyor; harekete kâfi şiddet, kâh hafiflik kazandırıyor; kendi kendisini tenkit ettiriyor; kendi hükümlerini kendine verdiriyor. Böylelikle hür hareketimiz, harekete sürükleyici kuvvetlerle frenleyici kuvvetlerin tam bir ahenginden ibaret oluyor.

Harekete geçirici kuvvetler çok ve çeşitlidir, dedik, frenleyici kuvvet de acaba öyle midir? Hayır. Zira o, insanın şahsiyetinden ibaret tek bir kuvvettir. Bu şahsiyetin örgüsünde ise merhamet ve adalet duyguları, şeref ve haysiyet hissi, hakikat aşkı ve insan sevgisi gibi yüksek ruhi unsurların hissesi vardır ve o, hepsinin birleşmesinden meydana gelen bir bütün kudrettir. Vicdan adını alır. İnsan olan ferdi başka fertlerden ayırt eder; insanları sürü olmaktan çıkarır. Sürü ile bağırmaktan, sürü halinde saldırmaktan kurtarır.

Hür vatandaş yetiştirmek isteyen, nesilleri sürü haline getirmekten korksun. Her sürü esir sürüsüdür. Ancak fert halinde hür olabiliyoruz. Kültür ve tecrübe ile, duygu ve bilgi ile yüklü olan vicdan, filozof Kant’ın pek iyi anlattığı gibi, bir Mutlak’tan emir aldığı, Mutlak Varlık tarafından hareket ettirildiği zaman ancak hür olabiliyor.
Hürriyetimizi yok edici düşmanlar, kinlerimiz, korkularımız, fani hesaplarımız ve etrafımızdan gelen sinsi tesirlerdir. Hürriyetini arayan fert, önce bütün bunlardan sıyrılabilmelidir. Her zaman kin ile korku, hakikatten uzaklaştırır. Sefaletimizin idraki nispetinde hür olabiliyoruz. Nelerin esiri olduğunu bilen fert, hangi kuvvetlerin esiri olduğunu idrak eden cemiyet, hürriyetinin eşiğinde demektir, ona pek yaklaşmıştır.

Ölüm Anksiyetesi ve Edebiyat

Rus asıllı varoluşçu psikiyatr Yalom, Tolstoy’un ‘Anna Karenina’sından yaptığı bir alıntıyla ölüm korkusu karşısındaki uyanışımızın, gündelik hayatın sıradan görünen olayları arasında bulunabileceğini belirtiyor

Irvin Yalom’un Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek kitabı için masa başında oturduğum şu gün İlhan Berk ölüme kucak açtı. Uzun ömründe, beyninin kıvrımlarından geçip kaleminin ucuna damlayan binlerce ses, Yalom’un ‘dalgalanma’ diye adlandırdığı, nesillere ulaşma işini gerçekleştirmek için artık İlhan Berk’siz devam edecek yola.
Üstelik bu kitabı elime ilk kez alıp, cümlelerin arasına daldığım zaman yine bir başka şairin dizeleri hiç durmadan yankılanıyordu kulaklarımda:
Ölüm/ bir ipte sallanan bir ölü./ Bu ölüme bir türlü/ razı olmuyor gönlüm.

Belki de bu dizeler, ölümle ilk tanışmam. Okuma yazma bilmediğim günlerde bana okunan Nâzım şiirlerinin besmelesiydi çünkü Karıma Mektup. Nâzım’ı çevreleyen koşullar onun ‘bu ölüme’ razı olmayışını açıklamaya yetiyor mutlaka. Salt ölüme değil, ‘bu ölüme’ karşı bir isyandır aslında Nâzım’ınki. Peki başka ölümler? Hangisini olduğu anda öylece kabul etmek mümkün? Yine ölüm kelimesinin yanına arkadaş gelen dizelerden bir tanesi açıklıyor bunu.
Ölüyorum Tanrım/ Bu da oldu işte/ Her ölüm erken ölümdür/ Biliyorum Tanrım/ Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/ Fena değildir.../ Üstü kalsın! Ölümün zamanlısı, zamansızı olmadığı daha kuvvetli nasıl anlatılır? Anlatılır mı? Ama şiirin sonunda ‘güneşe bakıyor’ Cemal Süreya. İnsanın kendi ölümü karşısındaki olağanüstü gücünü sergiliyor hepi topu iki kelimeyle. “Üstü kalsın!”
Irvin Yalom’un ölümün, güneşin kör edici parlaklığı karşısında okurlarına ve ona danışanlarına söyletmek istediği sözcükler bunlar. Fransız düşünür Jean Paul Sartre’ın şu sözleri de Süreya ile aynı kaynaktan besleniyor: “Sessizce sonuma yaklaşıyorum... Kalbimin son atışının yapıtımın son sayfasına kaydedileceği kesindi ve ölüm yalnızca ölü bir adamı alacaktı.”
Yalom’un “ölüm anksiyetesini” olarak ifade ettiği duyguyu en iyi anlatan dizelerden biri Ingeborg Bachmann’dan:
... Ve çürüyenlerden yana değildir ihtişam
Tarih, yani bizim tanrımız, bir mezar hazırladı bizlere
bir daha göğe çıkışı olmayan bir mezar

Uzayın kocaman boşluğu içinde zerre kadar büyüklüğü olduğu bile meçhul dünyamızın tarihi, kara bir delik gibidir Bachmann’ın bu şiirinde. Onun sözcüklerinde ölümün, nihai yok oluşun karşısında varoluşun açtığı yara hissedilir belirgin şekilde. Tarihin karanlığı içinde kaybolup gitme korkusu vardır dizelerinin arka planında.
Belki az çok hepimizin kulağına çalınan bunca dizeyle Yalom’un, varoluşçu psikoterapi üzerine kurulu bu kitabı arasında bağlantılar birbirinden uzak görünüyor. Uzak görünen bu bağlantılara sapmama neden olan, Yalom’un da tüm dünyaca bilinen romanlardan ve şiirlerden verdiği örnekler.
Rus asıllı varoluşçu psikiyatr Yalom, Tolstoy’un Anna Karenina’sından yaptığı bir alıntıyla ölüm korkusu karşısındaki uyanışımızın, gündelik hayatın sıradan görünen olayları arasında bulunabileceğini belirtiyor. Ona danışan birine, terapi seansında Anna Karenina’nın kocası Alexey Alexandrovitch’in, karısının onu gerçekten terk edeceğini fark ettiği pasajı aktarıyor: “Şimdi bir köprüden sakin bir şekilde geçerken birdenbire köprünün yıkık ve aşağıda da bir uçurum olduğunu fark eden bir adamınkine benzer bir his duyuyordu. Uçurum hayatın kendisiydi, köprüyse Alexey Alexandrovitch’in yaşadığı yapay hayat.”

Acının getirileriİngiliz yazar Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı romanındaki “açgözlü, yalnız, kötü ruhlu, yaşlı” Ebenezer Scrooge ise, Yalom’un ölüm karşısındaki uyanma deneyimine örnek oluşturan roman kahramanlarından. ‘Gelecek Noel’in Hayaleti’, Scrooge’u ziyarete gelir ve ona geleceğini, ölümünü, insanların onun ölümünü hafife aldığını gösterir. Bundan sonra Scrooge bambaşka merhametli, iyiliksever- bir kişiye dönüşür. Ölümü sonrası olacakları görmek, insanların onun ölümünü hafifsemesi, Dickens’ın karakterini ‘uyandırır’ ve hayatını anlamlı kılmaya çabalamasını sağlar.
Yalom’un bakışının sağlam temellerinden biri Amerikan tarzı ‘yükseliş’ modeline karşı muhalif tutumu. Hayatının ‘yukarı yönlü’ çizgisinden, eşinden boşanarak sapacağını düşünen bir kişinin durumuna karşı Yalom’un aldığı tutum bu eleştirisini açıklıyor: “Hep geliştiğimiz, ilerlediğimiz, yukarı doğru çıktığımız yanılgısı sık karşılaşılan bir şeydir. Batı medeniyetinin aydınlanma çağından beri var olan ilerleme fikri ve Amerikan tarzı yukarıya doğru hareket zorunluluğu bu yanılgıyı pekiştirmektedir.” Bütün bu ilerleyişin sonu olan ölüm de aynı şekilde korkutur çağdaş insanı.
Terapilerinin yönünü ise şu cümlelerde açıklıyor Yalom: “... Varoluşçu terapinin asıl duruşu acımızın, diğer umutsuzluk kaynaklarına ek olarak aynı zamanda insanın koşullarıyla varoluşun ‘getirileri’- kaçınılmaz şekilde yüzleşmemizden kaynaklandığını ileri sürer.”
Yalom’un ölüm korkusuna karşı temel dayanaklarından belki en önemlisi Epikouros. Filozof şöyle der: “Algılamamızın bile mümkün olmadığı ölümden neden korkalım ki?” Ya da Woody Allen’ın tebessüm ettiren ifadesiyle: “Ben ölümden korkmuyorum, yalnızca öldüğümde orada olmak istemiyorum.”
Aynı Pascal’ın 17. yüzyılda ifade ettiği gibi, birçok kişi hâlâ “sınırsız uzayın ebedi sessizliği”yle dehşete düşüyor. Yalom’un ölümle ilişkili yaşadığımız anksiyeteye önerdiği çözüm basit: Sağlam insan ilişkileri ve başkalarının hayatına dokunmak, onları değiştirecek bir hayat yaşamak. Kendisinin yaptığı gibi. Yalom insanlarla kurduğu ilişkiler sonucu onların hayatına olumlu bir etki yapmayı kısaca dalgalanma olarak ifade ediyor. Tıpkı bir göle bir damlanın düşmesi veya bir sandaldan küreğin hafif dokunuşlarının gölde yarattığı etki gibi. Yalom da bu kitabı yazma sebebini ve yetmiş beş yaşında hâlâ emekli olmayı düşünmemesini dalgalanma durumunun insanın ölüme karşı ayak diremesi olarak görmesiyle açıklıyor.
Ölüm anksiyetesiyle mücadele etmek için, çağımızın ‘yalnız, bireyci’ ve çoğunlukla ‘bencil’ yaşam tarzına karşı paylaşımcı, sıcak ve içten ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde yaşamayı öneriyor: “Yalnızlık sadece yalnızlıkta vardır, paylaşıldıktan sonra kaybolur”
Yalom’un bu kitabını okurken yine zihnimin kapısını çalan bir şair vardı. Ama bu kez dizeleriyle değil. Attilâ İlhan, onunla yaptığım bir söyleşide, Doğu’nun ölüm korkusunu yendiğini anlatmıştı. Bu belki başlı başına başka bir incelemenin konusu ama burada onun sözlerini aktarmazsam yazı eksik kalacak . “Çok tuhaf bir şey söyleyeceğim ama gerçek: Doğu ölüm kavramını halletmiştir. Batı bunu halledememiştir (...) Doğu 3 bin yıldan beri dünyanın hakikatinin ölüm olduğunu bilir. Dünyada başka hakikat yoktur: Ölürsün!”
Bu gerçekle yüzleşmenin tek yolu belki de güneşe bakmak. Cesaret istediği mutlak. İç dünyamızın kapılarını zorlamamız gerektiği de. Ancak Yalom’un dediği gibi: “Hayat ne kadar yaşanmamışsa ölümden o kadar korkarız.”
Yine en başa dönmek gerek şimdi. İlhan Berk 90. doğum gününe üç ay kala erken ölümüyle, arkasında ses’lerini bırakarak gitti. Ve ben bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce, Eskişehirli şair Rahmi Emeç bir e-posta gönderdi: “Bir harf’e ses olsam, İlhan Berk’e gitsem” İlhan Berk, “dalgalandı”.

Platon - Mektuplar

Mektuplar

Eski Yunanca özel adların yazılışı hakkında not

Yunan eserlerinin çevirisinde tanrı, insan ve ülke adlarını, asıllarındaki gibi yazmayı uygun bulduk; bunun için de bugün Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde kullanılan çevriyazı yöntemini aldık. Yunancanın her harfi, aşağıdaki cetvelde gösterildiği gibi, tek veya çift harfle karşılanmıştır. "Th" ve "kh" gibi çift harfleri kullanmaya gerek vardı; çünkü Yunancanın Q'sını da, T 'ını da "t" ile gösteremezdik, ikisini ayırmak zorunluydu. "X" için de yalnızca "h" harfini alsaydık Yunancada bazan sesli harflerin önüne gelen ( ' ) işareti ile karışabilecekti.

"Ph" çift harfine gelince, Yunanca'nın F harfini Avrupalılar öteden beri böyle gösterirler; eski Romalılar da öyle göstermişler; demek ki o harfin söylenişi Romalıların "ƒ" harfinin söylenişine tümüyle uymuyormuş.

Romalılar ve bugünkü Avrupa ülkeleri, Yunanca'nın X harfini de "x" ile gösterirler; ancak "x" harfi bizim alfabemizde yok; bu yüzden "x" yerine "ks" çift harfini kullanmayı daha uygun bulduk.

Yunancada "y" harfi sessiz değil, sesli harftir ve "ü" okunması gerekir. Ancak bu söyleyiş kesin de değil. Bugünkü Yunanlılar onu "i" diye okuyorlar.

Çift sesli harfleri de gene çift olarak gösterdik. Ancak (ou) yerine tek bir "u" koyduk; bu şimdiki uluslararası çevriyazıda da böyledir.


Yunan Alfabesi:

A A H E N N T T

B B Q Th X Ks Y Y

G G I İ O O F Ph

D D K K P P X Kh

E E ? L P R Y Ps

Z Z M M S SW O





BİRİNCİ MEKTUP

Platon'dan Dionysios'a.

İyilikler,

Yanınızda geçirdiğim uzun yıllar boyunca, devlet yönetimi işlerinde herkesten çok bana başvurduğunuz halde, bütün nimetlerden siz yararlanıyor, bense birçok kara çalmayla karşılaşıyordum; ama, sizin yaptığınız kıyıcılıkların benim razı olmamla olabileceğine kimsenin inanmayacağını bildiğimden, bu kara çalmalara, ağır olmalarına karşın, katlanıyordum. Devlet yönetimini sizinle paylaşanlar, çoğunu yardım ederek cezalardan kurtardığım kimseler, bana bu yolda tanıklık ederler. Birçok kez, kesin ve tam erk vererek devletin başına getirdiğiniz beni, bir dilenciye bile yapılmayacak aşağılamalarla yanınızdan kovdunuz; bunca yıl aranızda kaldığım halde, hemen gemiye binip uzaklaşmamı istediniz.

Ben artık, beni insanlardan biraz daha uzaklaştıracak bir ömür sürmeye karar verdim. Sen de, ey Tyrannos Dionysios, yapayalnız kalacaksın. Gezim için verdiğin o bol parayı, sana bu mektubumu getiren Bakkheios geri verecektir. Bu para yolculuk giderlerimi karşılayamayacağı gibi, başka bir işe de yaramayacaktı; onu vermek senin için bir onursuzluk olacağı gibi, kabul etmek de benim için onursuzluk olurdu; onun için kabul etmiyorum. Böyle bir parayı ha almışsın, ha vermişsin, senin için hepsi bir. Onu al, dostlarından başka birini sevindir, tıpkı beni sevindirdiğin gibi! Ben senin nimetlerinden yeterince yararlandım.

Burada, Euripides'in şu sözlerini yinelemek çok uygun düşer sanıyorum; bir gün talihin değiştiğini görünce:

Yanında benim gibi bir adam bulunmasını isteyeceksin.

Şunu da anımsatayım ki, tragedya şairlerinin çoğunda, bir tyrannos, katilin elinde can verirken şöyle bağırır:


Ne talihsizim! ölüyorum; hiçbir dostum da yok!

Platon - İdealar Evreni

 Hatırlarsan, ruhu üç bölüme ayırdıktan sonra, bu bölümlere göre doğruluğun, ölçünün, yiğitliğin ve bilgeliğin ne olabileceğini anlatmıştık.

― Bunu hatırlamasam, söyleyeceklerini dinlemeye hakkım olmazdı.

― Ondan önce neyi söylediğimizi hatırlıyor musun?

― Neyi?

― Demiştik ki, bir insanın bu değerlere tam bir aydınlıkla ulaşabilmesi için daha uzun bir eğitimin çemberlerinden geçmesi gerekirse de, önce söylediklerimizden de bu sonuç çıkarılabilir. O zaman siz, bu kadarı yeter deyince işi uzatmamış, bence eksik kalan bir konuşma yapmıştım. Şimdi siz, bu kadarıyla yetiniyorsanız söyleyin.

― Ben yeter buluyorum, ötekiler de öyle.

― Ama dostum, bu kadar önemli şeyler konuşurken, en keskin doğruluğa ulaştırmayan bir yolla yetinilemez. Çünkü, eksik araçla doğru ölçüye varılamaz. Bununla beraber, kimi insanlar bulunanla hemen yetinir, araştırmaları ileri götürmeyi gerekli saymazlar.

― Çoklarının yaptığı budur; kafa tembelliği yüzünden.

― İşte devletin ve kanunların bekçisi olacak insanın hiç düşünmemesi gereken bir şey varsa, o da budur.

― Elbette.

― Demek ki dostum, bekçi en uzun eğitim yolundan gitmeli, bedeni gibi kafasını da geliştirmeli, yoksa göreceği işe en uygun, en yüksek bilime ulaşamaz.

― Ne demek istiyorsun? Bizim söylediğimizden daha yüksek bir doğruluk ve öteki değerlerden daha üstün bir şey olabilir mi?

― Evet, bunlardan üstün bir şey daha vardır, bu değerlerin, şimdiye kadar yaptığımız gibi, bir taslağını vermekle kalmamalıyız. Bunları bir bütün olarak açıkça görmekten vazgeçemeyiz. Ufak tefek şeyler için bütün çabamızı harcayıp tam bir açıklığa varmadan çalışırken en önemli şeyleri bütün kesinliğiyle görmekten kaçınmak gülünç olmaz mı?

― Olur elbet, ama bu kadar önemli saydığın incelemenin ne olduğunu, bununla neye varılacağını sormadan bırakır mıyız seni?

― Bırakamazsanız, sorun! Hem ben bu soruna birkaç kez dokunmuştum. Unuttun galiba; daha doğrusu, bana zorluk çıkarmak istiyorsun şimdi. Çünkü, şunu tekrar tekrar demedim, diyemezdim: En yüksek bilimin konusu, iyinin ta kendisi, ideasıdır. Doğruluk ve bütün öteki değerler, insanı iyiye götürürlerse, yararlı olabilirle. Sana şimdi vereceğim cevabın da ne olacağını anlamışsındır. Yalnız şunu ekleyeceğim ki, bu iyi dediğimiz şeyin ne olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Bunu bilmeyince de, onun dışındaki her şeyi, ne kadar bilirsek bilelim, bir işe yaramaz. Nasıl ki, iyiye varmadıkça, varacağımız her şey boşunadır. Sence, iyi olmayan bir şeyi elde etmekte, iyiyi bilmeden bir şeyi bilmekte, iyi ve güzel hiçbir şey bilmemekte bir fayda var mıdır?

― Yoktur, tabi.

― Öte yandan şunu da bilirsinki, iyi dediğimiz şey, halk için zevkte, aydın kişiler içinse, düşüncededir.

― Bilirim, elbet.

― Şunu da bilirsin dostum, bu ikinciler de düşüncenin ne olduğunu açıklayamaz ve sonunda buna iyinin düşüncesi demekle kalırlar.

― Evet, işin tuhafı da bu.

― Tuhaf ya; bir yandan biz iyinin ne olduğunu bilmiyorsunuz derler, bir yandan da iyinin ne olduğunu bilmiyormuşuz gibi konuşmazlar. “İyi” kelimesi, her şeyi bize açıklayabilecekmiş gibi, iyinin düşüncesi deyip geçerler.

― Doğru söylüyorsun.

― Ama, iyiye zevk diyenler, daha mı az aldanıyorlar? Kötü zevkler olduğunu kabul etmek zorunda değiller midir?

― Şüphesiz.

― Öyleyse, aynı şeylerin hem iyi, hem kötü olabileceğini de kabul ediyorlar demektir, değil mi?

― Öyle ya.

― O zaman da bir sürü belalı çatışmalar ortaya çıkıyor.

― İster istemez.

― Açıkça gördüğümüz şu değil mi? Doğruluk, dürüstlük karşısında birçokları görünüşte kalırlar ve bu görünüşteki değerler ne kadar boş olursa olsun, onların ardına düşer, onları elde eder, ya da elde etmiş görünürler. İyi karşısındaysa, kimse görünüşlerle yetinmez, herkes gerçek olanı arar, görünüşe değer vermez.

― Orası öyle.

― Peki, herkesin iyi diye aradığı, hayatının amacı saydığı, doğru dürüst ne olduğunu bilmeden, her şey gibi, onu da sağlam hiçbir temele oturtmadan, bu yüzden de ondan edinebileceği faydaları edinmeden sadece önemini sezmekte kaldığı, o en değerli, en üstün, en iyi şey, bizim her şeyimizi emanet edeceğimiz bekçiler için de karanlıklarda mı kalsın?

― Öyle şey olur mu?

― Herhalde bence, doğrunun, dürüstün bekçiliğini etmek, bunların iyiyle olan ilgisini bilmedikçe boştur. Şunu da söyleyebilirim ki, bu bilgiyi edinmeden bekçi, doğrunun, dürüstün ne olduğunu da yeterince bilmez.

― Haklısın.

― Öyleyse, kuracağımız devletin eksiksiz olması için, bu bilgiye ermiş bir bekçisi olması gerekir.

― Elbette, ama Sokrates, sence bu iyi ne olabilir? Bilgi mi, zevk mi, yoksa başka bir şey mi?

― Bunu sormanı bekliyordum, dostum, bu konuda başkalarının görüşleriyle yetinmeyeceğini biliyordum.

― Şu da var ki, Sokrates, başkalarının görüşlerini açıklamayı becerip de, kendi görüşlerimizi ortaya koyamamak aklın alacağı bir şey değildir. Hele bu konu üstünde bunca zaman durduktan sonra. Evet ama, bir insanın bilmediği şeyden bilirmiş gibi konuşması doğru mudur, sence?

― Biliyormuş gibi konuşmasın, ama kendi düşüncesini söylüyormuş gibi konuşsun.

― Peki, tam bir bilgiye dayanmayan görüşlerin de saçma şeyler olduğunu bilmez misin? Bu görüşlerin en iyileri bile körlere benzer. Sence, bir körün doğru yolu bulmasıyla, doğru bir şeye anlamadan doğru diyen arasında bir fark var mıdır?

― Yoktur.

― Sence, bunaklık, karanlık dolambaçlı şeyler görmektense, sağlam, ışıklı, açık düşünceler dinlemek daha iyi değil midir?

― Aman Sokrates, işin sonuna gelmiş gibi duraklama, diye haykırdı Glaukon; bize, doğruluğu, ölçüyü ve öteki değerleri anlattığın gibi, iyinin de ne olduğunu anlatmazsan rahat edemeyeceğiz.

― Anlatırsam, ben de rahat edeceğim. Hem de nasıl! Ama gücüm yetmeyecek diye korkuyorum. Üstelik beceriksizliğime de gülersiniz belki. Gelin bir başka türlü yapalım, sevgili dostlar, iyinin kendiliğinden ne olduğunu şimdilik bir yana bırakalım. O kadar yükseklerde bir şey ki bu. Şimdiki halimizle tasarladığım yere kadar çıkabileceğimizi sanmıyorum. Ama, isterseniz size iyinin bir dalını, ona en çok benzeyen bir eşini, kendi görüşüme göre, anlatabilirim. İstemezseniz, kapatalım bu bahsi.

― Peki, söyle, şimdi dalı olsun anlat da, sırası gelince ağacı da anlatırsın.

― Dilerim ki size borcumu ödeyebileyim. Siz de alacağınızın, şimdiki gibi faizlerini değil, kendisini alasınız. Şimdilik asıl iyinin bu dalı, bu meyvesiyle yetinin. Ama gözünüzü açın, yanlış bir faiz hesabıyla sizi aldatmayayım.

― Açabileceğimiz kadar açarız gözümüzü, ama sen konuş.

― Önce size şimdiye kadar birkaç defa söylediklerimi hatırlayın da, baştan anlaşalım.

― Hangi söylediklerini?

― Birçok güzel şeylerin, birçok iyi şeylerin, birçok daha başka şeylerin varlığını kabul ediyor, dilde de bunları birbirlerinden ayırt ediyoruz.

― Evet.

― Kendiliğinden güzel, kendiliğinden iyi olan da vardır, diyoruz. Daha başka dediğimiz birçok şeylerden her birinin de değişmez bir tek varlığı, ideası olduğunu kabul ediyoruz.

― Doğru.

― Sonra, birçok şeyler görülür, kavranamaz. İdealarsa kavranır, görünmez.

― Çok doğru.

― Görünen şeyleri, hangi gücümüzle görürüz?

― Görme gücümüzle.

― Sesleri, duyma gücümüzle, daha başka nesneleri de, daha başka duygularımızla.

― Şüphesiz.

― Herhalde fark etmişsinizdir ki, duyularımızı yapan usta, görme ve görülmeye, ötekilerden daha çok emek vermiş.

― Hiç düşünmemiştim bunu.

― Düşün öyleyse: Ses ve duyma, duymak ve duyurmak için bir başka şeyi gerektirir mi? Öyle bir şey ki, onsuz biri duymaz, öteki duyulmaz olsun.

― Hayır, böyle bir şeyi gereksinmezler.

― Hepsi demeyelim ama, duyularımızın çoğu, böyle bir şeyi gerektirmez. Gerektireni var mıdır sence?

― Yoktur.

― Gözlerimizde istediği kadar görme gücü olsun, onları istediğimiz gibi kullanalım. Her şeyde istediği kadar renk olsun. Bir başka cinsten üçüncü bir şey işe karışmazsa, gözlerimiz görmez, renkler de görülmez.

― Nedir, bu demek istediğin?

― Işık dediğin şey.

― Doğru.

― Demek ki, görme ve görülmede, öteki duyularla nesneler arasında olmayan değerli bir bağ vardır. Ama sen belki tutar, ışık değersiz bir şeydir dersin.

― Hiç de değil, ışığı nasıl küçümserim!

― Sence, gökteki Tanrıların hangisi bu bağı elinde tutar? Hangisinin yardımıyla gözlerimiz, görebildiği kadar görür, görülebilen şeyler de görülür?

― Güneş Tanrı demek istiyorsun… Herkese göre ışığın kaynağı odur?

― Peki, görmenin bu Tanrıyla nasıl bir ilişiği olduğunu bilirsin?

― Nasıl?

― Görme yetisi ve bu yetiyi içinde taşıyan göz dediğimiz şey güneş değildir, tabii.

― Değildir, elbet.

― Ama, duyular arasında güneşe en yakın olanı gözdür, değil mi?

― En yakını tabi.

― Ondaki görme yetisi de, güneşten akıp gelen bir güç gibi değil midir?

― Doğru.

― Peki, görmenin kendi değil, sebebi olan güneş de, gördüğümüz bir şey değil midir?

― Doğru.

― Öyledir.

― Şimdi şunu iyi belle, iyinin doğurduğunu söylediğim varlık güneştir. İyi, onu kendine eş olarak yaratmıştır. Görünen dünyada, göz ve görünen nesneler için güneş neyse, kavranan dünyada da iyi düşünce ve düşünülen şeyler için odur.

― Nasıl! Daha iyi açıkla bunu.

― Bilirsin ki, renkleri gün ışığıyla değil de gece ışıklarıyla aydınlanan nesnelere bakıldığı zaman, göz onları güçlükle görür, kendini kör olmuş, gözü keskinliğini yitirmiş sanır insan.

― Evet.

― Ama, nesneler gün ışığıyla aydınlandı mı, aynı göz onları apaçık görür; kör olmadığı ortaya çıkar.

― Şüphesiz.

― Ruh için de şöyle düşün: ruh, bakışlarını gerçeğin ve varlığın aydınlattığı bir nesneye çevirdiği zaman onu kavrar, bilir ve tam bir anlayışa varır. Ama, karanlıkla karışık doğan ve ölen geçici şeylere çevrildi mi, yarım yamalak, bulanık görür onları. Bir görünüşten ötekine, bir uçtan öbür uca atlar; aklını işletemez olur.

― Öyledir.

― İşte, nesnelere gerçekliğini, kafaya da bilme gücünü veren iyi ideasıdır. Bunu iyi bil. Bilinen şeyler olarak gerçeğin ve bilimin kaynağı odur. Ama, bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsunlar, şuna inan ki, iyi ideası onlardan ayrı, onların çok üstünedir. Görünen dünyada ışığın ve gözün güneşle yakınlığı olduğunu düşünmek doğru, ama onları güneş saymak yanlış olduğu gibi, kavranan dünyada da bilim ve gerçeği yakın saymak doğru, ama onları iyinin ta kendisi saymak yanlıştır. İyinin yeri elbette ikisinin de üstünde, çok yükseklerdedir.

― Bilimi ve gerçeği doğuran, onlardan daha güzel olan bu iyinin sence görülmedik bir güzelliği olmalı. Ama herhalde iyiye zevk demeye kalkmazsın.

― Tanrı korusun. İyinin nasıl bir şeye benzediğini bak sana şöyle anlatayım.

― Nasıl?

― Güneş, görünen nesnelere, yalnız görülme özelliğini sağlamakla kalmaz. Kendisi gelmeden onları dünyaya getirir, büyütür, besler. Buna bir diyeceğin yoktur herhalde?

― Yok.

― Bilinen şeyler için de öyledir. Bilinme özelliğini iyiden alırlar. Bundan başka iç ve dış varlıklarını da ona borçludurlar. Böyleyken, iyi, hiç de bir varlık değildir. Varlıktan çok daha parlak, çok daha güçlü bir şeydir.

O zaman Glaukon kahkahayı bastı:

― Ey Güneş Tanrı! Ama da yükseklere çıktın!

― Kabahat sende, dedim, ne diye bu konuda düşüncemi söyletiyorsun bana?

― Sen gene kesme, söyle. Daha ileri gitmek istemesen bile, iyiyle güneş benzetmen üzerinde dur. Belki unuttuğun bir şeyler olmuştur.

― Elbette çok şeyler unuttum.

― Peki. Ne kadar önemsiz olursa olsun, hiçbir şeyi atlamadan söyle.

― Atlayacağım, hem de çok şeyler atlayacağım diye korkmuyorum. Ama böyle gelişigüzel bir konuşmada ne kadar mümkünse o kadar atlamamaya çalışacağım.

― Aman çalış.

― Dediğimiz gibi, iki şey düşün şimdi: Bunlardan biri, kavranan dünyanın başında olsun; öteki, görülen dünyanın başında. Göğün demiyorum, çünkü o zaman güneş kelimesini kaynakları üzerindeki bilgimi ortaya dökmek istediğimi sanırsın. Bu iki çeşidi, görülen ve kavranan iki dünyayı iyice anlıyorsun değil mi?

― Evet.

― Şimdi, iki ayrı uzunlukta, ortasında kesilmiş bir çizgi düşün. Bu iki parçadan biri görülen dünya, öteki de kavranan dünya olsun. Parçalardan her birini aynı orantıyla yeniden ikiye böl. Nesnelerin aydınlık ve karanlık derecelerine görü dünyada bir parça elde edeceksin: Yansılar parçası. Yansı dediğim şey, önce gölgeler, sonra suda, ya da parlak düzeylerde, görülen şekiller ve onlara benzer bütün daha başka görüntülerdir, anlıyor musun?

― Evet, anlıyorum.

― Şimdi bir tarafına yansı dediğim çizginin öbür yarısını al. Orada canlı varlıklar, bitkiler ve insanın yaptığı bütün nesneler bulursun.

― Peki.

― Şuna bir diyeceğin var mı? Görünen dünya sahte ve gerçek diye ikiye ayrılır. Bir şeyin yansısı, kopyası, ondan ne kadar ayrıysa, sanıyla bilgi de birbirinden o kadar ayrıdır, değil mi?

― Evet.

― Şimdi kavranan dünyanın çizgisini nasıl keseceğiz, onu düşün.

― Nasıl?

― Şöyle: Böldüğümüz çizgini ilk parçasında ruh, deminki parçaya asıllarını koyduğumuz nesneleri birer yansı olarak ele aldığı için, araştırmalarına varsayımlardan gitmek zorunda kalır; ilkeye değil, sonuca götüren yolda girer. İkinci parçada ruh, yansılara başvurmadan varsayımdan ilkeye gider; araştırmalarını yalnız kavramlarla yapar.

― Bu dediğini iyi anlamadım.

― Peki, baştan alalım. Belki şöyle daha iyi anlarsın: Bilirsin ki, geometri, aritmetik ve onlara benzer bilimlerle uğraşanlar, tek, çift diye, üçgen, dörtgen diye, üç çeşit açı diye bir çok şeyleri varsayarlar. Bunları bilinen şeyler gibi ele alırlar. Bunlardan ne kendilerine, ne de başkalarına hesap vermeyi gerekli bulmazlar artık. Sonra, bu varsayılmadan kalkıp basamak basamak yükselir, bir sonuçtan ötekine geçerek, önceden kafalarına koyduklarını ispat ederler.

― Evet, bilirim.

― Şunu da bilirsin ki, bu adamlar görünen şekilleri ele alıp bunlar üzerinde fikir yürütürken asıl düşündükleri bu şekiller değil, bunların benzediği başka şekillerdir. Asıl düşündükleri soyut dörtgen, soyut köşegendir, kendi çizdikleri köşegenler değil. Kendi çizdikleri şekilleri –ki yalnızca bunların da gölgeleri ve suda görüntüleri vardır– birer yansı olarak kullanırız, yalnız düşüncenin görebildiği üstün şekillere varırlar.

― Doğru.

― İşte kavramlar bölümü derken bunları anlıyordum. Düşünce bunları ararken, ilkeye gitmeden varsayımlar kullanmak zorundadır; çünkü, varsayımların üstüne yükselemez. Öbür bölümdeki gölgeleri doğuran nesneleri birer yansı olarak ele alır. Bunları gölgelerden daha ışıklı,daha değerli sayarlar.

― Anlıyorum. Geometride ve ona benzer bilimlerde yapılanı söylemek istiyorsun.

― Şimdi kavramlar çizgisinin ikinci bölümüne gelelim. Burada aklın kendiliğinden dialektika gücüyle kavradığı şeyler vardır. Burada akıl, varsayımları birer ilke diye değil, sadece varsayım olarak, birer basamak, dayanak olarak alır. Bütün varsayımların üstündeki bütünün ilkesine yükselir. Bu ilkeye yükselince, ondan çıkan bütün sonuçlara dayanarak varacağı son yere varır. Bu arada görülen, duyulan hiçbir şeye başvurmaz. Kavramdan kavrama geçerek, sonunda gene bir kavrama varır.

― Anlıyorum, ama pek o kadar da değil. Çünkü, bu sözünü ettiğin araştırma pek kolay bir iş olmasa gerek. Bana öyle geliyor ki, senin ortaya koymak istediğin şu: Dialektika yoluyla ulaşılan varlık ve kavram bilgisi, varsayımlara dayanan bilimler yoluyla elde edilen bilgiden daha açıktır. Şüphesiz bilim konularını inceleyenler, duyularını değil, düşüncelerini kullanmak zorundadırlar. Ama onları ilkeye çıkmadan varsayımlara dayanarak inceledikleri için, sence ancak bir ilkeyle anlaşılabilecek olan bu nesneleri anlayamazlar. Anladığıma göre sen, geometri ve ona benzer bilimlere kavrama değil, çıkarma bilgi diyorsun. Çünkü çıkarma bilgi, sanıyla kavrama bilgi arasında ortalama bir şeydir.

― Çok iyi anlamışsın. Şimdi bizim çizgi üzerinde yaptığımız dört bölüme, dört türlü düşünüş yolunu uygula. En yüksek bölüme “kavrayış” diyelim, ikincisine “çıkarış” üçüncüsüne “inanç!”, dördüncüsüne de “sanı”. Sonra bunları aydınlık derecesine göre sıralayalım. Bunu yaparken de, bir şeyin gerçeğe ne kadar yakın olursa o kadar aydınlık olacağını unutmayalım.

― Anlıyorum, dedi, koyduğun sırayı da uygun buluyorum.

PLATON (Eflatun) - DEVLET

― Astronomide nasıl gözün gördüğü bir hareket varsa, armonide de kulak yoluyla duyulan bir hareket vardır. Bu bakımdan armoniyle astronomi kardeş sayılır. Pythagoras’çılar öyle der. Biz de öyle diyoruz. Glaukon, yoksa sen başka düşünced emisin?

― Hayır, ben de öyle derim.

― Bu önemli bir konu olduğu için, onlara da, gerekirse başkalarına da danışalım. Ama kendi ilkemizden de şaşmayalım.

― Hangi ilkemizden?

― Öğrencilerimiz, bu bilimleri yarı yolda bırakmasın; bütün bilimlerin varacağı yere götürsünler onları da. Demin astronomi için söylediklerimiz gibi, armoni üstünde çalışmaların da astronomidekinden daha ileride olmadığını bilirsin. Kulağın seçtiği düzenler ve sesleri ölçüp biçmekle kalıyorlar. Böylece de astronomideki gibi boşuna uğraşıyorlar.

― Gülünç de oluyorlar doğrusu… Bizim müzik adamları bilmem hangi diatonik gamlardan dem vururlar. Kimi yanlarındakinin gizli bir sözünü duymak ister gibi kulak kabartır, kimi iki sesin arasında bir başka ses bulduğunu, bunun en küçük aralık olduğunu, bu bakımdan da ölçünün ona uyması gerektiğini ileri sürer. Kimi de bunun, öteki seslerden ayrı olmadığını söyler. Ama hepsi için kulak kafadan önce gelir.

― Anladım, şu telleri inleten, kulaklarını çekip onlara türlü eziyetler eden müzik ustalarını söylemek istiyorsun. Dileklerini daha fazla ileri götürebilirim. Tellere vurdukları yaylar, tezeneler, teller ve ses vermedi, ya da çok ses verdi diye zavallıları suçlu bulmalar… Bırakıyorum bütün bunları, benim sözünü etmek istediğim insanlar bunlar değil. Armoni üstüne düşüncelerini soracağımız kimseleri demek istiyorum ben. Astronomiyle uğraşanların yaptığını yapan onlardır çünkü: Kulağa vuran ses birleşimlerinde sayıları ararlar. Ama daha yüksek meselelere yükselip, düzenli sayılar hangileridir, hangileri değildir, aralarındaki ayrılık nereden gelir diye sormazlar.

― İnsan gücünü aşan bir çalışma istiyorsun onlardan.

― Güzeli ve iyiyi arayan için yararlı, başka şey arayan için de yararsız bir çalışma.

― Olabilir.

― Öyle sanıyorum ki, bütün bu saydığımız bilimlerle uğraşırken aralarındaki ilinti ve yakınlığı bulur, birbiriyle nasıl bağlandıklarını ortaya koyabilirsek, amacımıza ulaşır, boşuna çabalamış olmayız.

― Dediğin gibi olacak, Sokrates, ama bu çalışmanın da sonu gelmez!

― Bu daha çalışmanın başı. Çalışacağımız kanunun tellerini düzenliyoruz. Yoksa sen bu çalışmalarla herkesin dialektikacı olabileceğini mi sandın?

― Yoo, nerede! Dialektikaya varmış pek az adama rastladım.

― Bir tartışmayı yürütmesini, düşüncelerini savunmasını beceremeyenler, varılması gereken bilgiye varabilirler mi hiç?

― Varamaz derim ben de.

― Peki, Glaukon, dialektika değil mi bizim kanunda çalacağımız asıl hava? Bu hava yalnız kafayla kavranan bir şeydir. Görme gücümüzün de yaptığı ona benzer. Demin söylediğimiz gibi, o da önce canlı varlıklara, sonra yıldızlara, sonra yıldızlara ve sonunda güneşin ta kendisine bakar. İnsan dialektikayla duyuların hiçbirine başvurmadan, yalnız aklı kullanarak her şeyin özüne varmayı ve iyinin özüne varmadıkça durmamayı denediği zaman, görülen dünyanın da sonuna varır, kavranan dünyanın da.

― Çok doğru.

― İşte “dialektika yürüyüşü” dediğimiz de bu değil midir?

― Budur.

― Mağara insanını hatırla şimdi. Zincirlerinden kurtulmuş, gölgelerden kuklalara ve ışığa dönüyor; sonra dışarı, gün ışığına çıkıyor. Orada da henüz canlıları, bitkileri değil, onların sudaki yansılarını, gerçek varlıkların gölgelerini görmektedir. Daha önce gördükleriyse, güneşin benzeri olan bir ışığın yarattığı gölgelerdi sadece. Bizim gözden geçirdiğimiz bilimlerin varacağı sonuç da budur. Bu bilimler içimizin en üstün yanını, bütün varlıkların en üstün yanlarını seyre götürür, tıpkı bedenin en keskin örgeni olan gözün, görülen madde dünyasının en parlak, en ışıklı varlığını seyre yükselmesi gibi.

― Ben de öyle düşünüyorum, ama bunu kabul etmek bir hayli güç. Öte yandan, dediklerini çürütmek kolay değil. Bununla birlikte bu konuyu bugün konuşup bitiremeyeceğimize,sık sık üstüne dönemeyeceğimize göre, şimdilik böyledir diyelim ve kanunda çalacağımız havanın kendisine gelelim. Havadan önce yaptığımız hazırlıktaki gibi her şeyi ayrıntılarıyla görelim. Önce şunu söyle bize: Dialektika gücünün aslı nedir? Dialektika kaç çeşittir ve hangi yollardan gider? Varacağımız yere bu yollarla varmak üzere olan yolcular gibi…

― Ben kendi hesabıma, daha ileri gitmek için elimden geleni yapacağım, sevgili Glaukon. Ama sen ardımdan gelebilir misin, bilmem. Şimdi artık göreceğim, iyinin benzeri değil, düpedüz kendisi olacak. Hiç değilse benim gördüğüm gibisi. İyi, gerçekten böyle midir, değil midir; bunu ortaya koyacak durumda değiliz, ama buna yakın bir şeydir diyebiliriz değil mi?

― Şüphesiz.

― Demin saydığımız bilimlerle uğraşmış bir kafa, ancak dialektika yoluyla varabilir buna. Başka hiçbir yol bizi götüremez aradığımıza.

― Demin saydığımız bilimlerle uğraşmış bir kafa, ancak dialektika yoluyla varabilir buna. Başka hiçbir yol bizi götüremez aradığımıza.

― Bunu da ileri sürebiliriz.

― Şuna kimse bir şey diyemez herhalde: Hangi konuda olursa olsun, her şeyin özünü metotla kavramayı deneyen bir başka bilim yoktur. Genel olarak sanatlar, insanların inanışları ve zevkleri üzerinde durmazlar. Yalnız tabii ve yapma nesneleri üretme, çoğaltma ve kullanmayla yetinirler. Bilimlerse, dediğimiz gibi, gerçek varlığın bir yanını yakalar sadece, geometri ve benzerleri gibi. Onların edindiği varlık bilgisi, bir düşe benzer. Varlığı bütün aydınlığı içinde göremezler, birtakım varsayımlara dayanır ve kanıtlayamadıkları için dokunmazlar onlara. Oysa ki, bilmediğimiz bir şeyi ilke olarak aldığımız zaman, ondan çıkaracağımız sonuçlar, yargılar, bilinmeyenle örülü olacak. Bunları ne kadar düzene soksak, hiçbir zaman tam bir bilime varmış olamayız.

― Olamayız.

― Yalnız dialektika metodu, varsayımları birer birer atarak, ilkenin ta kendisine yükselir. Orada da kendini sağlama bağlar. Yalnız o, ruhun gözünü, gömülü olduğu dünyanın çamurundan kurtarır ve saydığımız bilimleri kullanarak yüceltir onu. Dil alışkanlığıyla biz bunlara çok defa bilim dedik. Oysa ki, onlara, sanıdan daha aydınlık, bilimden daha karanlık anlamına gelen bir ad bulmalı. Bir aralık onlara, (akıl yoluyla bilme anlamına) çıkarma demiştik. Ama şimdi ad üstünde durmayalım. Konuşacak önemli meselelerimiz var.

― Doğru, dedi, vereceğimiz ad düşüncemizi anlatsın yeter.

― Şöyle yapalım öyleyse: Önceki gibi, bilginin ilk bölümüne bilme diyelim, ikincisine çıkarma, üçüncüsüne inanma, dördüncüsüne varsayma, ilk iki bölüme birden kavrama, son ikisine de sanma diyelim. Değişen varlık karşısında öz varlık neyse, sanma karşısında inanma, çıkarma karşısında da varsayma odur. Bu ayırmaların dayandığı nesneler arasındaki ilintilere davranan ve sanılan şeylerin bölümlenmelerine gelince, bu meseleleri bırakalım. Yoksa sözlerimizi yüz kere daha uzatmış oluruz.

― Ben, söylediklerine katılıyorum, hiç değilse anladığım kadarıyla.

― Her şeyin özünün bilgisine ulaşana da dialektikacı der misin? Ulaşamayanınsa, her şeyi hem daha az anladığını, hem de daha az anlatabildiğini kabul eder misin?

― Nasıl etmem?

― İyi içinde böyledir. Bir insan iyi ideasını başka her şeyden ayırt edip anlatamazsa, savaştaki bir kahraman gibi bütün engellerden sıyrılarak kanıtlarını görünene değil, olana dayayarak, düşüncesini aydınlığa çıkaramazsa, yanılmaz bir akıl yoluyla bütün bu zorlukların hakkından gelemezse, böyle bir adam iyinin özüne varabilir mi? İyinin hiçbir türlüsüne varamaz böylesi! İyinin bir gölgesini bile yakalasa bunu bilimle değil, sanıyla yapabilir ancak. Yaşadığı hayat bir düş, bir uyuklamadır bu dünyada! Öldüğü zaman da daha derin bir uykuya dalar gider.

― Elbette, ben de senden yanayım.

― Bugün hayal gücüyle yetiştirdiğin çocukları günün birinde gerçekten yetiştirme durumunda kalsan, onların matematikteki bazı çizgileri gibi aklın dışında kalarak, devletin başına geçmelerine, en önemli meselelerde yargıç olmalarına razı olur musun?

― Olmam tabii.

― Onlara öyle bir eğitim vereceksin ki, sonunda en akıllıca soru sormasını ve cevap vermesini bilecekler, değil mi?

― Öyle olması gerek.

― Demek ki, sence dialektika bilimlerin doruğu, tacıdır. Onun üstüne koyabileceğimiz başka hiçbir şey yoktur. Böylece öğreteceğimiz bilimleri tüketmiş oluyoruz değil mi?

― Evet.

― Şimdi, bu bilimleri kimlere vereceğiz, nasıl vereceğiz, sıra buna geldi.

― Öyle ya.

― İlkin nasıl bir seçme yaptığımızı hatırlıyor musun? Kimileri başa getiriyorduk?

― Hatırlıyorum.

― İşte seçeceklerimiz tıpkı onlar gibi olacak. Yani en dayanıklı, en yiğit ve mümkünse en güzellerini seçeceğiz. Ayrıca yalnız iyi huylu, aklı başında olmalarına değil, vereceğimiz eğitime elverişli bir yaradılışta olmalarına da bakacağız.

― Bu yaradılıştan neyi anlıyorsun?

― Anlayış gücü ve öğrenme kolaylığı demek istiyorum, sevgili dostum. İnsan kafa eğitiminden beden eğitiminden daha çok yılar. Çünkü, bu çalışmada kafa yalnızdır. Beden onun çabasına katılmaz.

― Doğru.

― Bellediklerini unutmayacaklar, yorgunluk nedir bilmeyecekler, işin her türlüsünü sevecekler. Yoksa bunca beden ve kafa çalışmalarına katlanmaya razı olurlar mı?

― Doğuştan dediğin gibi değillerse, olmazlar.

― Herhalde bugün yapılan yanlıştır, Felsefenin gözden düşmesi, onunla uğraşanların ona layık olmamaları yüzündendir. Felsefeye girecekler onun piçleri değil, öz evlatları olmalı.

― Ne demek istiyorsun bununla?

― Felsefeye girecek olanla, çalışmada topallamayacak, yani kimi işte çalışkan, kimi işte tembel olmayacak demek istiyorum. Öyle insan vardır ki, jimnastiği, avı, her çeşit beden çalışmalarını seve seve yapar da, dersten, konuşmadan, araştırmadan hoşlanmaz. Her türlü kafa işinden kaçar. Bunun tersi olan da gene topal sayılır.

― Çok doğru.

― Doğruluk karşısında topal sayacağımız insanda ne yapar? Bile bile yalan söylemekten iğrenir. Ne kendine, ne başkalarına bunu hoşgörmez; ama bilmeden yalan söylemeye kolayca katlanır. Bilgisizlikten iğrenmez, çamura yatan domuz gibi, bilgisizliği içinde keyif çatar.

― Öyledir.

― Ölçü, yiğitlik, büyüklük gibi öteki bütün değerler karşısında da doğuştan bozuk olanla olmayanı ayırt etmeliyiz. Yoksa insanlar da, devletler de değerleri ararken kendilerini körü körüne topalların, piçlerin, kötü dostların, kötü devlet adamlarının ellerine bırakırlar.

― Hep olan da budur zaten.

― Bütün bunları akıllıca önlemek bize düşer. Bedenleri ve kafaları düzgün insanları alır, onları bunca çetin çalışmalardan geçirirsek, doğruluğun bize bir diyeceği kalmaz. Devleti de, anayasayı da korumuş oluruz. Ama kötü yaradılışlı insanları yetiştirirsek bunun tersi olur. Felsefeyi şimdikinden de daha gülünç bir duruma düşürürüz.

― Utanılacak bir şey olur bu, gerçekten.

― Olur ama, ben de şu sırada kendimi gülünç ediyorum anlaşılan.

― Neden?

― Bütün bunların bir oyun olduğunu unutarak fazla coştum sözlerimde. Konuşurken felsefeye gitti aklım. Onun kepaze edildiğini düşünerek öfkelendim. Onu bu hale düşürenlere kızgınlığımdan, fazla ciddiye aldım işi.

― Dinleyici olarak, ben öyle görmüyorum doğrusu.

― Konuşan olarak, ben öyle görüyorum. Her neyse, şunu da unutmayalım ki, biz ilkin yaşlıları seçmiştik. Buradaysa onların yeri yok. Solon, yaşlılar çok az şey öğrenebilirler der, ama inanmamalı buna. Konuşmasını öğrensin bakalım yaşlı adam. Değişik ve çetin işler gençlere yaraşır.

― İster istemez.

― Öyleyse aritmetiğe, geometriye ve dialektikadan önce gelen bütün bilimlere daha çocukken başlatmalı ve öğretim, zorla yaptırılan bir işe benzememeli.

― Neden?

― Çünkü, hür insan hiçbir şeyi köle gibi öğrenmemeli. Bedene zorla yaptırılan şeyin ona bir kötülüğü olmasa bile, kafaya zorla sokulan şey akılda kalmaz.

― Doğru.

― Öyleyse, mutlu delikanlı, çocuklara zor kullanmayacaksın. Eğitimin onlar için bir oyun olmasını sağlayacaksın. Böylece onların yaradılıştan neye elverişli olduklarını daha iyi anlarsın.

― Akla uygun bu isteğin.

― Hatırlıyor musun ne demiştik daha önce? Çocukları savaşa at üstünde götürmeli ki, olanı biteni görsünler, tehlike olmadıkça savaşçıların yanıbaşına kadar sokulsun, yetiştirilen genç köpekler gibi, kanı koklasınlar.

― Hatırlıyorum.

― Bütün bu işlerde, derslerde ve tehlikelerde en atılgan olanını bir yana ayıracaksın.

― Kaç yaşında?

― Çocukların beden eğitimi derslerini bıraktıkları yaşta; çünkü iki üç yıl süren bu dersler sırasında başka hiçbir şey yapamazlar! Yorgunluk ve uyku, kafa çalışmalarının düşmanıdır. Hem sonra beden eğitimi dersleri en önemli denemelerden biridir. Herkesin beden işlerindeki değeri ortaya çıkar.

― Doğrudur.

― Bundan sonra, yirmisine varan delikanlılar arasında bir seçme yapılacak. Seçilenler ötekilerden daha üstün tutulacak ve çocukken onlara karmakarışık verilen bilgiler artık bir sıraya konarak verilecek ki, bakalım, hem bilimlerin kendi kendileriyle, hem de gerçek varlıkla ilintilerini geniş bir görüşle kavrayabiliyorlar mı?

― Bilgileri insanın kafasına iyice yerleştirecek tek yol bu olsa gerek.

― Dialektikaya hangilerinin elverişli, hangilerinin elverişsiz olduğunu d ancak şöyle anlayabiliriz: Geniş bir görüşe yükselebilenler dialektikacı olur, ötekiler olamaz!

― Bence de öyle.

― Bu denemeyi de yapıp hangilerinin dialektikaya en elverişli bilimlerde, savaşta ve kanunların istediği bütün işlerde en sağlam olduğunu anlayınca, otuzuna varan seçkinler arasından bunları ayıracaksın. En büyük şerefleri vereceksin onlara. Hepsini birer birer dialektikada deneyeceksin. Hangilerinin göz ve öteki duyularının yardımı olmadan akıl gücüyle varlığın ta kendisine yükselebildiğini araştıracaksın. İşte dostum, en dikkatli olacağın yer de burasıdır.

― Neden?

― Dialektikanın bugün düştüğü kötü durumun ve gittikçe artan zararlarının farkında değil misin?

― Nedir bu kötü durum?

― Bir ahlak bozukluğu, aldanmıyorsam.

― Orası doğru.

― Dialektikacıların bu hale düşmelerini tabii bulmuyor musun, hoşgörmüyor musun onları?

― Neden hoşgöreyim?

― Varlıklı ve kalabalık bir aile düşünelim. Bir çocuğu kendi çocukları sanıp, zenginlikler içinde, dalkavuklar ortasında büyütüyorlar, çocuk büyütünce o ailenin oğlu olmadığını anlıyor ve kendi ana babasını bulamıyor. Böyle bir çocuğun kendini şımartanlara, sözde ana babasına karşı durumunu öğrenmeden önce ve sonra ne duygular besleyeceğini kestirebilir misin? Yoksa ben kendi düşündüklerimi söyleyeyim mi?

― Söyle.

― Durumunu bilmezden önce herhalde anasına, babasına, yakınlarına, dalkavuklarından daha fazla saygı gösterecek yoksulluğa düşerlerse onları bırakmayacak, sözleri ve davranışlarıyla incitmeyecek onları. Önemli işlerde dalkavuklardan çok onları dinleyecek.

― Herhalde.

― Gerçek durumunu öğrendikten sonra, anasına babasına, yakınlarına, dalkavuklarından daha fazla saygı gösterecek yoksulluğa düşerlerse onları bırakmayacak, sözleri ve davranışlarıyla incitmeyecek onları. Önemli bir işlerde dalkavuklardan çok onları dinleyecek.

― Herhalde.

― Gerçek durumunu öğrendikten sonra,anasına babasına sayısı azalacak. Dalkavuklarınaysa bağlılığı artacak, onları eskisinden daha çok dinleyecek, hep onlarla düşüp kalkacak, hele iyi yaradılışlı bir insan değilse, anasını babasını hiçe sayacak.

― Olacağı budur. Ama bu benzetmenin dialektikacılarla ilgisi ne?

― İlgisi şu: Çocukluğumuzdan beri doğruluk, dürüstlük üstüne atasözlerini biliriz. Bunlar birer ana baba gibi kafamızı yoğurur. Onları dinlemeye, saymaya alışırız.

― Öyledir.

― Onlara aykırı atasözleri de vardır. Daha hoşumuza giden gönlümüzce konuşan, çekici atasözleri! Biraz aklı başında olan, böylelerini dinlemezler. Dalkavuklara değil, anasına, babasına benzeyenleri dinler.

― Doğru.

― Diyelim ki, bu sözlerle yetişmiş bir insana doğruluğun ne olduğunu soruyorlar. O da, bildiklerini söyleyince, bozuyorlar onu. Sözlerini türlü yönlerden çürütüyorlar. Sonunda, adam doğrunun tam tersinin de doğru olabileceğini düşünüyor. İyilik, doğruluk ve bütün yüksek bildiği değerler karşısında şüpheye düşüyor. Bu adamın artık onlar saygısı kalır mı? Dinler mi onları?

― İster istemez, ne eskisi gibi saygı duyar, ne de güveni kalır.

― Bütün bu değerleri tanımaz, kendini onlara yakın saymaz olunca, neye inanacağını bilemeyince, hangi öğütlerden yana gider kendiliğinden? Hoşuna gidenlerden yana değil mi?

― Başka türlü yapamaz.

― İşte o zaman bence, törene saygı gösterecek yerde, karşı kor.

― İster istemez.

― Öyleyse, dialektikayla uğraşanların başına gelenlere de hiç şaşmamalı.

― Acımak daha yerinde olur.

― Seçtiğin otuz yaşındaki adamların bu acınacak hale düşmemeleri için dialektikaya girmelerinden önce alınacak bütün tedbirleri alman gerekmez mi?

― Gerekir elbet.

― Daha gençken dialektikayı tatmalarını önlemek, önemli bir tedbir sayılmaz mı? Herhalde görmüşsündür, delikanlılar dialektikanın tadına vardılar mı, aşırı giderler, bir oyun yaparlar onu. Birbirlerinin tam tersini söylemekten kullanırlar. Kendilerini bozanlar gibi onlar da başkalarını bozmaya çalışırlar. Birbirlerini akıl oyunlarıyla çekiştirip didiklemekten köpek yavruları gibi, zevk alırlar.

― Gerçekten bu büyük bir zevktir onlar için.

― Karşılarındakini sık sık bozduktan ve kendilerin de bir hayli bozulduktan sonra, önce inandıkları hiçbir şeye inanmaz olurlar artık. Sonunda onlar da, onlarla birlikte bütün felsefe de halkın gözünden düşer.

― Çok doğru.

― İnsan olgun bir çağa vardı mı, bu hale düşmek istemez. Söylenenin tersini söylemekten zevk alana değil, doğruyu aramak için tartışılanlara benzemeye çalışır. Ölçüyü kaçırmadığı için de filozofluğu küçülterek yerde saydırır herkese.

― Doğru.

― İşte bunu düşünerek, daha deminden dialektika çalışmalarına yalnız ölçülü ve sağlam kafaların alınması gerektiğini söylemiştim. Bugün olduğu gibi, her önüne gelen boyuna bakmadan girmemeli bu işe.

― Girmemeli tabi.

― Başka her işten sıyrılarak, sürekli bir şekilde yapılan dialektika çalışmaları, beden eğitiminin karşılığı olur. Buna onun iki misli zaman ister.

― Altı yıl mı demek istiyorsun, dört yıl mı?

― Pazarlık etmeyelim, beş diyelim. Bundan sonra onları bizim mağaraya indireceksin, gençlere özgü bütün görevleri savaş işlerini yaptıracaksın onlara. Görgüden yana başkalarından geriye kalmasınlar diye. Bu işlerde onları bir defa daha denemek fırsatını bulacaksın. Bakalım onları dört bir yana çeken çağrılara dayatabiliyorlar mı? Yoksa sürüklenip gidiyorlar mı?

― Buna ne kadar zaman koyuyorsun?

― On beş yıl. Elli yaşında sağ kalan, her türlü iş ve bilimlerde her bakımdan başkalarını aşanları, varılacak son yere iteceksin. Ruhlarının gözünü açıp her şeyi aydınlatan gerçek varlığın ta kendisine bakmaya zorlayacaksın. İyinin kendini gördükten sonra onu örnek tutup toplumu, insanları ve kendilerin düzene sokacaklar. Kalan ömürleri boyunca vakitlerinin çoğunu felsefeye ayıracaklar. Ama sıraları gelince politika belalarına göğüs gerecekler. Birbiri ardı sıra kumandayı ele alacaklar. Şan, şeref için değil, yalnız halkın iyiliği için, kaçınılmaz bir ödevi yerine getirmek için devletin bekçiliğinde yerlerine geçecek, kendilerine benzer yurttaşlar yetiştirdikten sonra mutlular ülkesine göç edecekler. Devlet onlara anıtlar dikecek! Ve Apollon rahibesinin diyeceğine göre ya Tanrılar, ya da mutlu ruhlar için kesilen kurbanlar onun için de kesilecek.

― Bundan güzel devlet adamları can sağlığı, Sokrates! Bir heykelci bundan daha güzellerini yapamaz.

― Devlet kadınlarını da unutma, Glaukon; dediklerimi yalnız erkekler için dedim sanma. Dilediğimiz yaradılışta kadınları da onlara katıyorum.

― Erkekle kadın arasındaki eşitlik ve ortaklığı kabul ettiğimize göre doğru.

― Şimdi bunu kabul edebiliyor musunuz benimle? Bizim devletimiz ve anayasamız sadece birer hayal değildir. Onu gerçekleştirmek ne türlü zor da olsa olağandır. Ama dediğimiz gibi, devletin başına bir veya birkaç filozofun gelmesi şartıyla. Bugün aranan şerefleri küçümseyecek, onları özgür bir insana yakıştırmayacak olan bu filozoflar, ödevini yapmanın getirdiği şerefi her şeyden üstün tutacaklar ve doğruluğu en önemli, en yararlı şey sayarak onun hizmetine girecekler, onu yeşertecekler; toplumun yasalarını ona uyduracaklar.

― Nasıl?

― Devletimizde on yılı dolduranların hepsini kırda yaşamaya gönderecekler, çocukları alıp zamanın ve ana babanın göreneklerinden koruyacaklar. Onları kendi görgülerine, yukarıda anlattığımız kendi ilkelerine göre yetiştirecekler. Tasarladığımız anayasayı ve halkı mutluluğa ulaştıracak devleti korumanın en kolay, en kestirme yolu budur.

― Evet, Sokrates, öyle sanıyorum ki, bu devlet gerçekleşebilirse, ancak bu dediğin yoldan gerçekleşebilir.

― Bu devlet ve bu devlete benzeyen insan üstüne yeterince konuşmadık mı dersin? Bizim ilkelerimize uygun insanın ne olacağını kestirmek kolay artık.

― Gerçekten, konuyu bitirmişe benziyoruz.